24 Haziran 2011 Cuma

sen babam...sen canım...

Öyle çok şeysin ki, bilemezsin...
Gün olur bir çakıl taşı gibi taşırım seni cebimde karanlık sokaklardan geçerken
Avcumun içinde tutar, cesaretlenirim...
Gün olur gölgene atarım kendimi
Güneşten kavrulmuşken dudaklarımdan önce yüreğim
Yaslanırım kalın gövdene soluklanırım
Sen yapraklarını usul usul sallar serinleştirmekten çok sakinleştirirsin beni...
Gün olur renkli pullu bir mendil olursun elimde
Neşe içinde halay çekerken başa geçer sallarım seni dosta düşmana...
Gün olur denizkestanesi gibi gelir oturursun boğazıma
Hatalarımı, yanlışlarımı hiç sakınmadan batırırsın her yutkunduğumda...
Gün olur güneş olursun tünelin sonunda
Sana bakar, sana doğru yürür çıkarım aydınlığa...
Gün olur bir kitap olursun dizlerimde
Açarsın yıllarını, tecrübelerini yaprak yaprak okumaya doyamam...
Gün olur tansiyon aleti gibi sıkarsın bileğimi, acıtırsın
Sağlığım için yaptığını sonucu görünce anlarım...
Gün olur tavla zarı olursun şıkır şıkır
Hem eğlenir hem eğlendirirsin tavlayı verirken koltuğumun altına...
Gün olur buz parçası olup rakının içinde beyaz beyaz dalgalanırsın
Keyfi keyif yaparsın konuşmayı muhabbet...
Gün olur bir lokomotif olursun yakıtsız ve durmadan çalışan
Annemi, beni ve kardeşimi çekersin dik yokuşlarda vagon vagon...
Gün olur sus pus olursun, susarsın
O zaman da yazarsın, her harfi bin sözcük tadında...
Gün olur nota olursun
En derin Anadolu ezgilerini mırıldanırsın
Uyuturken ilk sözcüğü “dede” olan oğlumu kucağında...
Gün olur bir yaz evi olursun Kaz Dağları’nda
Benim hiç olmamış “dede evi” şımarıklığını, özgürlüğünü ve mutluluğunu geçirirsin bir haylaz RüZGaR için hayata...
İşte böyle gün gün olur değişirsin
Renklere girse de hayat, sen hep gök mavisin
Her zaman bulut bulut üstümüzde elin
Boyu ne kadar uzarsa uzasın yıllar içinde gölgemin, ne kadar büyürse büyüsün bedenim
Ben gök gürlediğinde hep seni ararım
Sen hep ama hep göğsüne sığdığım, sığındığım... sen babam... sen canım...


17 Haziran 2011 Cuma

ya hep ya hiçtir SİYAH ve BEYAZ...

Dünyada birbirine en çok yakışan iki renktir siyah ve beyaz... “Asla”lardan geçer onların asi uyumu... Birinin yuttuklarını diğeri yansıtırken tamamlarlar birbirlerini fark etmeden. Özellikle yan yana geldiklerinde daha da belirginleştikleri için yan yanayken daha da bir güvenirler ikisi de kendilerine ve diğerine...
Açık siyah ya da koyu beyaz olamadıkları için her zaman her yerde aynıdırlar tonlara girmeden. Siyah daha bir siyah, beyaz daha bir beyazdır yan yana gelince. İkisi de en ufak toz barındırmaz benliğinde...
İşte biz de yıllar önce kendi hayat tablolarımızda bu renklerden biriyken bir fırça darbesi mi, bir resim kazası mı bilmem yan yana koydu bizi... “Benden ne kadar farklı”yı fark ettik ilk olarak birbirimizde. Daha da siyahlaşmak daha da beyazlaşmak oldu ilk tepkimiz. Sonra “Nasıl oluyor da yutuyor ya da yansıtıyor tüm renkleri.."yi merak ettik...yaklaştık.
Ve bir ağustos gecesi,  ne komik ki “Beşiktaş” sahilinde, Kız Kulesi meraklı meraklı süzerken bizi kenardan, aşkı itiraf edercesine tutuştuk el ele, kim daha siyah kim daha beyaz demeden... O an bir yağmur yağdı, aldı götürdü bütün renkleri geriye bir siyah bir de beyaz kaldı....
O geceden neredeyse üç yıl sonra, bir yüzünde "Sevgi bir kişiyi ikide yarım kılar aşk iki kişiyi birde" yazdırdığımız davetiyemizle düğünümüze davet ederken dostlarımızı hala siyah ve hala beyazdık tonlara girmeden.. 
Ve bugün o düğünün üzerinden tam dört yıl geçmiş diye hislenirken ne mutlu ki hala siyah ve hala beyazız aramızda yin yang bir RüZGaR topuyla...


15 Haziran 2011 Çarşamba

RüZGaR'La BiR...


Adnan Yücel’in bir şiiri var bu sefer sayfalarımda,  Ali Asker’in sesinden dinlediğim ezgisi ile dilimde bu aralar..  Özellikle son iki dizesini daha bir içten söylerim bizim düşümüzü gerçek kılan Rüzgar’ımı uyuturken..

 
İçimde çalışan anne olmanın ezikliğini yaşıyorum birkaç gündür, anne ve babamın hayatta ve yanımda olmalarının huzuru, mutluluğu ve konforuyla birlikte… Oğluşumu sabahın beşinde uğurlarken yazlık yolculuğuna arabanın camına yansıyan yüzümdeki duygular ne de karışıktı bir bilseniz. “iyi ki”ler ve “keşke”ler nasıl çekişti içimde, hangisinin kazandığı belirsiz…
Şimdi ben 2 Temmuza kadar gün sayacak, bu çok yoğun geçecek üç hafta boyunca her molada onu düşünüp güçleneceğim… Günde bin kez yaptığım telefon görüşmeleri sırasında geçen sene beş aylık bir bıdıkken gittiği yazlığın bu yaz altını üstüne getirdiğini, sitenin köpeği ile kurduğu dostluğu, meyve ağaçlarının tepesinden ayrılmadığını, en büyük eğlence aracı olan suyu bir de hortumla birleştirince nasıl çıldırdığını, bahçede balkonda yaptığı keşifleri tüm ayrıntılarıyla anlattıracak ve onun o hallerini hayal edip güleceğim. Bu arada kapımızın gürül gürül çalan ziline her basıldığında “Ay Rüzgar uyanacak!” diye kapı yerine onun odasına yönelecek, gece yarılarında acaba uyumuş mudur diye meraklanacak, bir gece önce uyuyamadığını annemi sürekli yanına doğru çektiğini en sonunda annemin yanında onu tutarak uyuyabildiğini düşünecek ve …………
Tüm bunları düşünür, hisseder, yazar ve paylaşırken hayata karşı da nankör olmak istemiyorum. Çocuğundan çok çok daha başka sebeplerden ayrı kalmak zorunda olan ya da çocuğunu çok başka ellere bırakmak zorunda olan annelere haksızlık etmek istemem.
Hayat tüm kuzuları annelerinin gölgesinde tutsun… anneanneleri de bu kuzuların yanında;)


RÜZGARLA BİR
hangi günün gecesidir
yazı kışta bulan bilir
gün içinden görünmeden
günü suya salan bilir

dağlar düze iner birden
aşkı sonsuz kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir

göl göl olur damda biri
çentik atar günlerine
sel sel olur diğerleri
güneş güler tenlerine

biri bine döner birden
yolu yakın kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir

rüzgar çocuk sesleriyle
mavi bir düş kurar gökte
sözde türkü dalda çiçek
olur açar her yürekte

gözden perde iner birden
düşü gerçek kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir...

9 Haziran 2011 Perşembe

S E Ç M E K


“Oyumu onlara verdim çünkü .....................”
Eksik bırakılan cümleyi sebep - sonuç ilişkisi kurarak anlamına uygun şekilde tamamlayınız.

Bu sorudaki boşluğu anlamlı değil vicdanlı şekilde doldurmak, hangi becerileri geliştirir dersiniz?
Seçim yapmanın sorumluluğunu taşıma,
Doğru seçim yapma konusunda çocuklarımıza borçlu olduğunu farkına varma,
İnadına görme,
       İnadına duyma,
                İnadına konuşma...



12 Haziran’da bu cümleyi kendi içinizde tamamlarken kuracağınız sebep-sonuç ilişkisinin yarınlara etkisini düşünmeniz dileğiyle...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Dost Duvağında Açan Çiçek : ÇiLER

 Evinizden, sevdiklerinizden uzak bir yerlerde oldunuz mu hiç? Günü güle oynaya geçirdikten sonra özellikle akşam güneş batarken usul usul koymaya başladı mı gurbetlik... Saatinize bakıp şimdi yemek yemişlerdir, şimdi balkonda oturuyorlardır diye iç geçirdiniz mi?
İşte benim bu duyguları yaşadığım yıllarda o yıllardan bu yıllara tüm duygularıma ortak olanlardan biri Çiler. En şiir arkadaşım, en dost kurdu yaşam kitabımın. Üniversitedeki öğrenci evimizin bir numaralı konuğu. Fahri ev arkadaşımız! Kendi, ailesiyle orada yaşamasına rağmen bizim özlem türkülerimize eşlik eden bir can.

Ne başka bir şeydir ev arkadaşlığı, öğrenci yoldaşlığı. Ülkenin dört bir yanından uzanıp gelen nehirlerdik her birimiz. Ovaya inercesine sakinleşip dostluk denizine dökülürken bulduk kendimizi. İstanbul’dan, Zonguldak’tan, Rize’den, Aydın’dan, Akçakoca’dan, Sivas’tan, Erzurum’dan, Erzincan’dan ve hatta Gürcistan’dan izler taşıdık sularımızda. Birimiz horon tepmeyi öğretirken diğerimiz bizim oralarda adettir deyip her yemekten sonra sürdü kahveyi ocağa. Neler neler paylaşmadık ki kırk yıl tadındaki o dört yılda. Hırslarımızı törpüledik, kahkahaların en oktavlısını patlattık gece üç beş demeden.  Buzdolabının üzerindeki kâğıda ortak harcamalarımızı yazar sonra her ayın on beşinde matematiğe olan inancımızı kaybederdik. Her seferinde şaşırırdık kimin kime ne kadar vereceğini. Takılmazdık ama hiç küçük hesaplara, çünkü almayı da vermeyi de birbirimizden öğrenirdik.
Küstük, kavga ettik, trip attık. Ama hiç ayrı kalmadık. Altı kişilik halay ekibimizden biri hayatın peşinden uzaklara gitti, biri hayatını da alıp uzaktan bakmayı tercih etti. Ama biz kalan dört kişiyle hep altı kişilik yaşadık acıyı tatlıyı.

Her birimiz ayrı bir renk taşırken o öğrenci evine işte bu renklerin en yeşiliydi Çiler. Yeşil gözlerini pırıl pırıl parlarken de gördüm, gözyaşları içinde kıpkırmızı olurken de. En özel günlerinde yanında oldum, en özel günlerimde yanımda buldum. Doğumdan çıktığımda bile o anın şaşkınlığından aklımda kalan üç beş şeyden biriydi Çiler’in kızarmış burnu ve sulu şıpırt gözleri. Zira tüm yakınlarım “Rüzgar’ın doğumunda o çok ağlayan arkadaşın.” diye etiketlediler Çiler’i. Canım arkadaşım yıllarca bana ablalık tasladıktan sonra anne olduğuma inanamamış, teyze olmanın sevincini zırıl zırıl yaşamıştı hastane koridorlarında.
Dün akşam da onun heyecanını yaşama sırası bendeydi. O, birlikte katıldığımız son düğünde “Bir dahaki düğünde üzerinde gelinlik olsun Çiler!” isteğimi yerine getirirken yani hayatının adamına “Evet” derken coşan, gelinliği içinde kuğu gibi süzülüşünü izlerken duygulanan ve vedalaşma sahnesinde “Hadi tamam git, ağlayacağım şimdi.” paparasını yiyen bendim. Onun çağlayıp çağlayıp TUNA nehrine kavuşmasını neşeyle kutladık yoncamın diğer iki yaprağı Bahar ve Selin’le. Çok mutlu olsun Çiler ve Tuna diye diledik yürekten hep birlikte.

Ne diyorum biliyor musunuz, herkesin dostları olmalı hayatta. Heybesinde çocuklarına anlatacağı anılar saklı dostlukları... Sadece büyümekle kalmamalı birlikte büyütmeli çocukları...

2 Haziran 2011 Perşembe

Kalem mi!

En son kime kalem hediye ettiniz ya da kimden kalem hediye aldınız? Belki de hiç kalem hediye edip almadığınızı düşünüyorsunuz bu satırları okurken. Neden sevdiğimiz birine hediye seçerken “kalem” aklımıza gelmez? “Kalem hediye etmek”, “kitap hediye etmekten” daha önce mi bayatladı dersiniz.. Mesela falana hediye almak isteyen filan sorsa ne alsam, diye biz de kalem al, desek... Yanıt ne olur dersiniz : “Kalem miiii, ne yapacak ki kalemi?”
Doğru, ne yapacak ki kalemi... Ömründe mektup yazmamış kimseye, e günlük desen hiç tutmamış. Kapıya, aynaya sürpriz olsun diye iki çift güzel söz yazıp yapıştırmak sevdikleri için hiç adeti değil. Not tutmaz çok gerekirse de telefonun ajandasıyla halleder. Okumayla şöyle böyleyken arası, yazmayla yıllardır nanemolla.. adamın imzası bile mobil imza..
Oysa kalem karakterdir... Tutuşunuz, taşıma biçiminiz, çeşidi konusundaki seçiminiz... Peki, siz nasıl bir kalemsiniz?
Dolma kalem gibi klasik ve kaliteli bir duruşunuz mu var, tükenmez kalem gibi ortam adamı mısınız? Samimi misiniz kurşun kalem gibi ya da keçeli kalem gibi baskı karşısında dağıtanlardan mı?  Dolma kalem kadar klasik olmasam da tükenmez kalem gibi her ortama da uyum sağlayamam diyen bir pilot kalem misiniz? Yoksa, yoksa uçlu bir kurşun kalemimdir mi diyorsunuz ille de sıfır yedi uç isteyen, hem samimi hem seçici...