14 Kasım 2012 Çarşamba

Şiir Babam...

Bugün canım babamın doğum günü... Seni çok seviyorum kahverengi gözlü devim...

bir babam var benim,
hayat portemde mahur bir beste,
Attila İlhan gibi mecbur olduğum, 
gözleri gözlerime değince huzur bulduğum...

bir babam var benim,
dik ve onurlu, sorar sorgular,
Nazım Hikmet gibi ezberlenir,
aşk, vatan, emek ve hayat kokar...

bir babam var benim, 
neler görmüş, geçirmiş, 
Hasan Hüseyin gibi oynar sözcüklerle, 
acıyı bal eylemiş,

bir babam var benim,
ayrıntıları ve aynaları sever,
Cemal Süreya gibi duyguludur,
bıraksalar gökyüzünü ikiye böler...

bir babam var benim,
gölgesi ve gövdesi sarmış bizi,
Ahmed Arif gibi bin leylim bahar,
bugün 56 yaşında ulu bir çınar,

bir babam var benim... şiir gibi...

4 Ekim 2012 Perşembe

2. Ulusal Eğitim Programları ve Öğretim Kongresi / BOLU

Geçen hafta iş arkadaşlarımdan Fatma ile 2. Ulusal Eğitim Programları ve Öğretim Kongresine katıldık. EPÖDER tarafından düzenlenen PegemAkademi'nin sponsor olduğu kongreye bu yıl Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi ev sahipliği yaptı. 3 gün geçirdiğimiz Bolu'da bilgi, deneyim anlamında epeyce beslendik. 3 gün sonunda en çok da oğullarımızı özleyerek döndük İstanbul'a.. Söyleyecek, anlatacak çok şey var aslında tabi ama ben, kampüs ortamını, sloganı "Büyüyen küçük şehir BOLU" olan bu güzel kenti, kongreye katılan çok az özel okul öğretmeninden ikisi olmanın gururunu, üç gün geçirdiğimiz akademisyenlerle yani hocalarımızla yaptığımız sohbetleri, tadına doyulmaz bolçileri, tanışmaktan mutlu olduğumuz meslektaşlarımızı, heveslerimizi, hayal kırıklıklarımızı bir yana bırakıyor sizi üç gün boyunca elimdeki küçük kırmızı deftere yazdığım "öz"lü sözlerle baş başa bırakıyorum:

Prof. Dr. Mürüvvet BİLEN : 
"Eleştiri bir sanattır... Ne yazık ki eleştiri yerine saldırıyı yeğleyen çok insan var... İşte biz çocuklarımızın duygusal yönlerini geliştirmeliyiz ki eleştiri yapabilen ve kendine yapılan eleştiriye tahammül edebilen insanlar olsunlar.."
"Konuyu, işi eleştirelim. Asla kişiyi, yaşamı, görüntüyü eleştirmeyelim."
"Ben mükemmelim diyen insan eğitilemez. Gelişmek istiyorsanız mükemmel olduğunuzu düşünmeyin."


Prof. Dr. Veysel SÖNMEZ
"Bizde program geliştirme yok! Program "değiştirme" var. Biz sadece bir kez program geliştirmeyi denedik o da köy enstitüleriydi."
"Bilim evrenseldir." yanlış bir önermedir, tartışma konusudur."
"Göçebe toplumun kültürü olur uygarlığı olmaz."
"Bilim bir saçmalama sürecidir. Pek çok saçma öneri zaman içinde bilimi oluşturur. 200 yıl önce Ay'a gidelim diyen biri o dönem için saçmalamıştır."
"Aklın yolu bir değildir, aklın yolu sonsuzdur."
"Öğretmen davranış mühendisidir."
"Türkiye'de eğitimi, eğitimle uğraşanlar dışındaki herkes bildiğini zanneder. Herkes eğitimci!"


Prof. Dr. Ali BAYKAL:
"Akılsız tahtalardan akıllı tahtalara geçtik ya toplum değişti sandık."
"Hedefin adına "kazanım" denirse zaten iş bitmiştir. Ölçmeye gerek kalmaz. Adı üstünde kazanım, kazandırıyoruz kazanmışız."
"Eğitimde esneklik diyoruz ama bunu ne kadar sağlıyoruz? Dersler mesela, niye hep 40 dakika?"

Doç. Dr. Nurdan KALAYCI:
"Biz 21. yüzyılın trenini kaçırmayalım derken bizi şu anda eski kara trenlere bindirmeye çalışıyorlar. Bir şeyler yapmalıyız!"

Prof. Dr. Güzver YILDIRAN:
"Branşlaşma öğrenme stillerini geliştirir mi, değiştirir mi?"

Prof. Dr. Fersun PAYKOÇ
"Programlar değiştiğinde eski olanları rafa mı kaldırıyoruz, iyi örnekleri devam ettirebiliyor muyuz?"

ve Prof. Dr. Nuray SENEMOĞLU:
"Çocuklarımızı bizim geleceğimize mi hazırlıyoruz onların geleceğine mi?"


ÇOCUKLARIMIZ İÇİN AYDINLIK BİR GELECEK DİLEĞİYLE...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Okula Başladık Heya Okula Başladık :)

Öyle tarifsiz bir duygu içindeyim ki şu an... RüZGaRım bugün okula başladı..
Haftalardır süren okul telaşı, araştırmalar, soru işaretleri, kaygılar, umutlar bugün yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı.. Çocuğunun yaşı 3'e yaklaşan her anne baba gibi biz de Rüzo için nasıl bir yol izlemeliyiz, sorusuna yanıt arıyorduk aylardır. Babamızla saatler süren sohbetler, gözlemler, anneanne, dedeler ve babannemizin önerileri, çocuğu bizimle yaşıt arkadaş veya kuzenlerimizin deneyimleri hepsi bir harman olmuştu kafamızda.. Ben de öğretmen olduğum için fazlasıyla işin içindeydim tabi ama okul öncesi çok başka bir dünya.. Her konuda o konunun uzmanlarının görüşlerinin çok önemli olduğunu bildiğimizden biz de bu konuda uzman olan anaokulu öğretmeni, pedagog arkadaşlarımızın fikirlerini aldık.
Bir yanım daha çok küçük ne okulu, evde anneannesiyle takılsın gönlüne göre uyusun yatsın kalksın derken ağır basan diğer yanım evin artık ona yetemeyeceğini ve sahip olduğu potansiyeller her ne ise bunları ortaya çıkarmak için okula ihtiyacı olduğunu, paylaşmayı, kuralları, sabretmeyi, başkalarına saygıyı okulda öğreneceğini söyledi..
Tamam birinci kararı verdik okula başlasın ama esas önemli olan hangi okula başlayacağıydı! Kendi çalıştığım okulun anaokulu evimize 10 dakika uzaklıkta, gerek öğretmen kadrosu gerek fiziki koşullarıyla son derece nitelikliydi ancak kural gereği 36 ayın altındaki çocukları almıyorlardı. RüZGaRım ise eylül ayında 30 ayını tamamlamış oluyordu...
Ben böyle bir yandan eve yakın, fiziki koşulları iyi, çağdaş, uzman kadro ile çalışan, yabancı dil eğitiminin önemsendiği, çocukta olumlu bir okul algısı oluşturup içindeyken mutlu olunacak bir okul ararken uluslararası bir eğitime katıldım. Bu eğitimde uzuuun boyu, güleryüzüyle dikkatimi çeken Şebnem Hanım'ın bir anaokulu sahibi olduğunu, hatta bu okulun bize 10 dakika uzaklıkta olduğunu ve kocaman bir bahçe içinde bağımsız bir anaokulu olduğunu öğrenince işte dedim bu bir işaret :)) o akşam eve gelir gelmez okulu araştırmaya başladım. Olumsuz hiçbir şey duymadığım bu okul hakkında çokça olumlu görüş alınca bir heyecan kapladı içimi. Gökhanımla internet sitelerini hatim edip her fotoğrafı ince ince inceledik. Daha sonraki günlerde koordinatör Bahar Öğretmenle randevulaştık ve Rüzo anneannesiyle yazlıkta keyifteyken biz babaannemiz ve dayımızla okulu keşfe gittik. Tam da düşündüğümüz gibi bir okul bulmanın mutluluğu ile yaptırdık kaydımızı..
Hiç okul deneyimi olmadığı için önce haftada üç gün ikişer saatten oyun grubuyla başlamasını önerdiler. Bu saatlerde anneannenin de en azından bir süre burada olmasını, çocuğun bu şekilde burada kendini güvende hissedeceğini ve zamanla öğretmeniyle olunca aileden birini aramayacağını söylediler. Bu ticari bakıştan uzak çocuk odaklı yaklaşımları beni bir kat daha mutlu etti. Sonra okulu gezdik. Tek sınıf uygulamasındansa etkinlik sınıfları olması, çocuğun yapacağı derse göre sınıfları gezme sistemi, koca bahçesi, şirin havuzu, mini hayvanat bahçesi ve bostanı karar vermemize yetti. Yaz boyu yazlığın bahçesinde kirpi kaplumbağa kovalayan Rüzo için burası okul değil bir eğlence yeri olacaktı. 17 Eylülde buluşmak üzere vedalaştık..
Derken 17 Eylül geldi.. Sabah RüZGaR'ın hadi kalk okula gidelim naralarıyla uyanınca motivasyonun dozunu abarttığımı anladım ama iş işten geçmişti :) Kahvaltımızı yaptık, üzerimizi değiştirdik, akşamdan hazırladığımız çantamızı aldık ve çıktık. Muzo Dedemiz ve anneannemiz kapıda bizi bekliyordu. Kısacık bir araba yolculuğundan sonra okula vardık. Kapıda "Merhaba Rüzgar, hoş geldin.. Seni bekliyorduk." karşılamasıyla içeri girdik. Etraftaki rengarenk materyaller, bizimle aynı anda derse girmeye hazırlanan diğer çocuklar, öğretmenlerin neşeli tavırları RüZGaRı büyülemeye yetti. Hadi gel bakalım, oyuncakların yanına gidelim, diyen öğretmenin elini tuttu ve içeri girdi.. Sonra bizi diğer velilerin de beklediği verandaya aldılar. Bir yandan sohbet ederken bir yandan da içeride oyun oynayan miniklerimizi izledik..

Suluboya ve fırça ile tanışan RüZGaRın temkinli, dikkatli triplerine güldük.. Bahçe etkinliği sonunda bize toplanan mini domateslerden tattık.. Ders sonunda dedemiz ve anneannemizle birlikte gözümüz kala kala ayrıldık okuldan:)

İnsanın çocuğuyla gurur duyması, onlarca çocuk içinden onu gönül gözüyle seçmesi nasıl bir duygu anlatamıyorum.. Sözcük dağarcığı her geçen gün genişleyen, sizinle sohbet eden, kendince espri yapıp üstüne abartılı mimiklerle gülen, beğenileri, zevkleri, damak tadı, hoşlanmadıkları, sevdikleri, sevmedikleri olan küçük bir adamla onun için canınızı vermeye hazır bir şekilde öpmelere koklamalara doyamadan yaşamak nasıl bir duygu anlatamıyorum.. Yüreğinize bu sevgi bir kez düştüğü zaman diğer tüm çocuklara artık bambaşka bir gözle bakmak, çocuğunuza her dokunduğunuzda anne olmak isteyen arkadaşlarınız için bunu binlerce kez en içten dilemek nasıl bir duygu anlatamıyorum..
Büyütürken büyümek, filiz vermek, çiçek açmak, kök salmak nasıl bir duygu.... anlatamıyorum..


12 Eylül 2012 Çarşamba

12 Eylül.. Soluk Bir Sonbahar Resmi..


şimdi denize karşı resim yapan adam, 32 yıl önce bugün tüm renkleri soldurup her yeri kan kırmızıya boyayan ve kırmızıyı kırmızılığından utandıran adam sen değil miydin.. ve bugün bile hala renkler yaralı, resimler yarımsa senin fırça "darbe"lerindendir...

karikatür : http://www.cigdemdemir.org/2010_09_01_archive.html

9 Eylül 2012 Pazar

Hoş Geldin Otuz Yaşım...

bir kar tanesi düştü yıllar önce genç bir adamla bir kadının ellerine aynı anda.. Kadın, dünyanın en güzel gözlerine sahipti... baktı avucundaki taneciğe "yeniden doğdum ben" dedi. Adam, uzun boyluydu kocamandı yüreği..  baktı avucundaki taneciğe "ne kadar da beyazsın, adın "kar beyazı" olsun" dedi.. Kar tanesinin kalbi işte o anda, bu iki elin avucunda başladı atmaya..
büyüdü kar tanesi.. abla oldu bir gün.. artık bir kar tanesi değil kar topuydu.. öyle güçlü hissetti ki...
yıllar geçti, okullara başlandı okullar bitirildi.. dostluğu, arkadaşlığı, sırdaşlığı bir bir öğrendi kar tanesi ve hep adına yakışır bembeyaz tuttu yüreğini.. 
ailesi ve sevdikleriyle bir kar topu olmuş yuvarlanırken hayat yolunda, başka bir kar topuyla çarpıştı kar tanesi.. sarsıldı.. bunun adı aşk'tı.. birlikte kocaman bir kartopu olmuşlardı artık..
kar tanesi, yüreğinde olan herkesle gün be gün artan bir güven ve sevgiyle büyürken, bir gün mis kokulu bir RüZGaR çıktı..  işte o gün ovaya çığ gibi düştü sevinçler.. yayıldı kar beyaz umutlar..

bu kar tanesi, adının "kar beyazı" anlamına inat kara gözlerle otuz yıldır izliyor dünyayı.. bugün üflerken "otuz yaş" pastasını, kocaman "iyi ki" ler vardı gözlerinde, sevgiyle...

7 Eylül 2012 Cuma

Bir Ev Anlatacağım Size Bugün, Bir Yuva...


Bir ev anlatacağım size bugün... Rengi, kokusu, duyguları olan anılarla dolu bir ev.. Her köşesi başka bir zamana ait sanki.. Alsam götürsem şimdi sizi bir sergiyi, bir müzeyi gezer gibi odalarında dolaşacağınız bir ev... İçindeyken zamanda yolculuk yapıyormuşsunuz da huzurlu bir mola vermişsiniz gibi hissedeceğiniz bir ev..

Aynı zamanda bir yuva burası.. mutfağında güzel yemekler pişen, meyvelerin dolaba yıkanmadan konduğu, ocağında her daim çay olan, dikiş makinesinin tıkırtılarının yayıldığı bir yuva.. Çocukken kendi yuvamda duyduğum huzura benzer bir huzur duyduğum, biraz da bana ait olan, vitrininde hala lise yıllarımdan bir fotoğrafın olduğu bir yuva..
Bu ev en yakın ve en eski arkadaşımın, candostum Ferizat'ın uçup gittiği ama hala bir ayağının orada olduğu, şimdilerde bir aylık oğluyla huzur bulduğu yuvası Hüseyin Amcamla Perihan Teyzemin evi..
Geçen hafta tıpkı geçmişte olduğu gibi bir okul çıkışı (ama o artık öğrenci olarak değil öğretmen olarak çıkıyorum okuldan) Üsküdar'da başlayan uzuuun bir otobüs yolculuğunun sonunda ulaştım bu güzel eve. Ferizat yeni doğum yaptığı için annesinde kalıyor. Ben de Gökhanım seyahatte RüZGaRım yazlıkta olunca bir gece kalmak için bulunmaz fırsat dedim ve ertesi günün de tatil olmasından yararlanarak düştüm yollara..
Haydi buyurun, dünyanın en misafirperver ailesinin evini birlikte gezelim.. Ancak rehberiniz olarak önce size çok önemli bir bilgi vermeliyim. Hüseyin Amcam uzun yıllardır eski eşya toplar. Onları her çeşit malzemenin bulunduğu kendi atölyesinde temizler, onarır... Koleksiyoncudur aslında.. Ayağıyla ilgili sağlık sorunları yaşamadan önce bit pazarlarına gider oralarda kimsenin yüzüne bakmadığı bazı eşyaları alır getirirdi. O kimsenin istemeyeceği eski eşyalar onun sihirli atölyesinden ve hünerli parmaklarından geçtikten sonra almak için sıraya gireceğiniz şaheserlere dönüşürdü.. Şimdi uzun yıllardır bu şekilde topladığı eşyalarla yaşıyor.. Onlar, evin her yerinde.. Girişinde sizi camdaki çiçeklerin karşıladığı tek katlı, koca bahçeli bu mütevazi evde gördüklerinize inanamayacaksınız ;)
















Girişte bir antre vardır ki kendisi bizim salonumuz kadardır. Ayakkabılar bu bölümde çıkarılır. İlk defa geliyorsanız eğer sizi karşılayan manzara karşısında bir süre ayakkabınızı çıkarmadan öylece kalırsınız. Sağda kadife tekli bir koltuğun yanında çakmak ve sigaralıkların eski bir radyonun etrafına dizildiği küçük bir dolap vardır. Bu radyonun üstüne konmuş nargile elektriklerin kesildiği bir akşam torunlarını etrafına toplamış masal anlatan bir dedeye benzemektedir. Torun kutucuklar da pırıl pırıl gözlerle kıpırdamadan onu dinlerler sanki. Sağda ise salonun bu antreye bakan penceresi ve alt raflarında tahta kutuların, üst raflarında gaz lambalarının sadece bir kısmının, yanında ufak tefek eşyalar, güzel ve eski kitapların olduğu rafların, en üstte de yine eski radyoların olduğu büyükçe bir dolap vardır.

Tam karşınızda ise Hüseyin Amcamın beni kırmadan bu pozu verdiği, onun gönlünün genişliğini, tam bir Arnavut olmasına rağmen aslında bir dünya insanı olduğunun göstergesi "şark köşesi" vardır..

Soldaki dolapla şark köşesinin arasından eve girersiniz.. Solda kocaman bir mobilya vitrin karşılar sizi. Neye bakacağınızı şaşırırsınız...  Açık raflarda pirinç ürünler vardır ve benim gördüğümde sulanan gözlerimi sakladığım fotoğrafım da bu vitrinde durur.Bu dolabın üstünde de el yapımı gemiler, yelkenliler vardır. 






Sağa doğru baktığınızda duvarda zamanda yolculuk yaptığınızı hatırlatmak için konulmuş bir saat ve yanında Atatürk'ün İsmet İnönü ve başka bir devlet büyüğüyle İngiliz bir devlet adamını (adını söylemişti Hüseyin Amca ama şu an hatırlayamıyorum) ağırlarken çekilmiş bir fotoğrafın karakalem örneği vardır. Tam bir cumhuriyet çocuğu olan Hüseyin Amcamın da Atatürk'ün gözleri kadar güzel onunkiler kadar aydınlık mavi gözleri vardır.


Karşı duvarda akvaryum akvaryumun yan tarafında da diğer odanın kapısının önüne doğru kalan gaz lambalarının dizildiği bir dolap vardır. Geçmişte kitapları konuk eden bu dolap şimdiki misafirlerinden de oldukça memnun gözükmektedir.

ve salonun duvarında yıllardır hepimizin gözü olan bir örneği de Topkapı Sarayında bulunan bir eser vardır ki, görülmeye değerdir. Bir yaprak üzerine altın harflerle Arapça yazıların yazıldığı etkileyici bir eserdir. Eskilerin deyimiyle yedi göbek İstanbullu olan Hüseyin Amcamın babasından kalan bir anıdır.




Hani bazen bir şey görürsünüz, nerede olursa olun yıllar öncesine gider yüreğiniz.. Nereden geldiği belirsiz bir gülümseme koşup oturur yüzünüze.. Sadece dudaklarınızla değil, gözlerinizle, yanaklarınızla, kirpiklerinizle yani tüm yüzünüzle gülümsersiniz.. Söylemek istediğiniz çok şey olur da hani bir sözcük çıkmaz ağzınızdan.. Sadece bilirsiniz..Tıpkı bu İş Bankası kumbarasını gördüğümde yaşadıklarım gibi.. 80'lerde çocuk olmuşlar anlar beni..


İşte bu ev ve bu evde yaşayan bu iki insan da benim için böyledir.. O kadar çok şey söylemek isterim ki onlarla ilgili ama bir sözcük bulup seçemem bazen... Çocukken tanıştığım bu eve çocuğumla gitmenin mutluluğu taşar yüreğimden.. Sağlık dilerim, uzun yıllar dilerim, doyamam.. Öksürdüğümde türlü otlar kaynatıp içiren Perihan Teyzemi ve tabağıma köfteleri kendi eliyle dolduran Hüseyin Amcamı yani beni kendi kızlarından ayırmayan bu iki insanı çok severim..









31 Ağustos 2012 Cuma

Yıllar Sonra Dün Gibi...

Yıllar sonra bir araya geldiğinizde bile dün gibiyse her şey, onlar gerçek dostlarınız demektir...
Gerçek dostlarınız, onlarla büyüdüyseniz eğer sırlarınız gibidir... anılarınız.. saçmalıklarınız.. masumiyetinizdir.. onlar sizin kaşlarınızın alınmamış döneminde sizi güzel bulan, saçlarınızın en doğal rengini bilen, ilk kavganızda, ilk aşkınızda, ilk büyüme telaşınızda yanınızda olanlardır.. onlar lise arkadaşlarınızdır.. hani kendinizi aslında baya "büyük" zannettiğiniz dönemlerde aynı sıraları paylaştığınız "küçüklük" arkadaşlarınız..


O yıllardan gelen bir sevgiyle bağlı olduğum beş can dostum var benim de.. Levent (Levo), Esra (Kıvırcık), Seçkin (Seço), Serap (Sarışın) ve Mehtap (Meto)... 82 doğumlular çetesi, eşit ağırlık sınıflarının en soylu insanları :)
Ne mutlu ki yıllara inat kopmayan kopamayan 6 dost yürek bizimkisi.. Üniversite yıllarında yurdun dört bir yanına (Bolu, Zonguldak, Diyarbakır, Ankara hatta Kırgızistan;) dağılan 6 yakın arkadaş.. Sonra mezun olup İstanbul'da buluşmak tekrar.. İş telaşları, para kazanmanın dayanılmaz hafifliği.. Sonra çocukların askerliği.. ve ben grubun ilk evleneni... Gökhanımın da aramıza katılması.. Serap'ı Amerika'ya uğurlama... sonra RüZGaR'ı karşılamak birlikte.. artık Özge de bizimle, Seço ile el ele.. Derken bir dönem herkesin kendi hayat rüzgarına  kapılması sadece telefonda süren paylaşımlar.. Sonra Levent ile el ele yeni bir üye Emel'i tanımamız ve çok sevmemiz.. Bu arada kızların hala bekar olması :) Gökhan ve ben oğlumuzla büyürken Levent ve Seçkin in neredeyse birkaç arayla dünya evine girmeleri.. Gelinler damatlar duygulanmalar.. Benim evli, çocuklu ve kilolu olarak toplumsal rollerime uygun şekilde düğünlerde görümce olarak bulunmam.. kızların hala bekar olması:)
böyle böyle otuzlu yaşlara geldik işte... bu yıl sırayla otuz yaşımızla tanışıyoruz.. ve ne mutlu ki neredeyse on beş yıldır her şey dün gibi hala..
Geçen hafta Levent ve Emel'in güzel evlerinde keyifli masalarındaydık... Grubumuz büyümüş, renklenmiş ama muhabbettimiz hep aynı tat ile kalmıştı.. Çok lezzetli yemeklerden mi, havada uçuşan esprilerden mi, bir arada olmanın mutluluğundan mı bilmem gecenin bir körüne kadar sürdü sohbet.. Bir daha ki sefere Seçkin ve Özge'nin evinde buluşmak üzere ayrıldık..
Ve bugün.. Serap'ın Amerika'dan gelmesi nedeniyle Meto'm ve Serap'ımla yıllar sonra bir araya geldim, her şeyin dün gibi olduğu bir kucaklaşmayla... Kızlar partimiz için Dolmabahçe Sarayı'nda sultan olarak çalışan Meto bizi sarayının hasbahçesinde ağırladı :) Ben iş çıkışı Dolmabahçe'ye geçtim. Meto zaten oradaydı. Esra, Anadolu Yakasında olan iş yerinde gelen başvuruları değerlendirmekle meşgul olduğundan gelemedi.. Ama biliyorduk ki aklı gayet bizdeydi.. Biz Meto'yla biraz oturduktan sonra Serap geldi.. Ne kadar olmuştu görüşmeyeli hesaplayamadık.. Yine o otuz iki diş gülümsemesi, illa ki leopar desenli bir aksesuarı (bu sefer saatti:), o hoş endamıyla iyice sararan saçlarını sallaya sallaya girdi içeri.. Öyle heyecanlandık ki bir an baktım Meto beni masada bırakıp fırladı. Çantaların başında bekleyen bana da onların birkaç metre ileride kucaklaşmasını seyredip duygulanmak kaldı..Sarıldık, koklaştık oturduk.. Konuştuk, konuştuk, konuştuk.. Tabi Serap önündeki bir damlacık sufleyi 3 saatte yerken ben ve Meto şanımıza yakışır şekilde menüdeki hemen her şeyi tattık :) (Bu arada Dolmabahçe'nin kafeteryasındaki tatlılar Sütiş'ten geliyormuş. Özellikle sufle çok güzel ;)


Hem konuştuk hem yedik hem içtik. Kahve falına da bakmadan edemedik..Güldük, duygulandık, ciddileştik, cıvıttık.. duygudan duyguya atladık saati 8 ettik. dedik bu gurbetçiyi kebap yemeden göndermeyelim.. Celal Usta mı Bursa Kebap mı diye düşündük düşündük sonunda Bursa Kebap'a karar verdik ve doğu mutfağının muhteşem tatlarını saldık damaklarımıza.. ve saat 22.30 oldu.. biz saatler geçmesin isterken akrep ve yelkovan yarıştılar sanki.. gün bitti.. Önce beni bıraktılar, evli olmanın böyle ayrıcalıkları oluyor tabi... Çünkü kızlar halaaaa bekarlar..

Son bir hafta da hep birlikte olamasa da bu beş dost canımla olmak nasıl yeniledi yüreğimi bilemezsiniz...

Trakya topraklarının en candan adamı, bünyesinde felsefe, mizah ve iyiliği harmanlamış canım Seçkin'im ve tatlı eşi Özgecim,
O kara gözleriyle cin cin bakan, ağır görünüşünün altında Anadolu muzipliği taşıyan, dost türküm Levent'im ve tatlı eşi Emelcim,
Kıvırcıklığı, sakarlığı, melankolik ve edebi yanıyla dost kuşağımın en renkli halkası, bitanem Esra'm,
O cadı görüntüsüne inat dünyanın en saf yüreğine sahip, aramıza yolları yıllar sokmadığım Serap'ım,
ve sızılı sesi, uzun kirpikleri, balık etine inat ince esprileri, anlayan bakışlarıyla kardeşim Meto'm....
diyorum ki,
iyi ki,
ama iyi ki..
var'sınız...


10 Ağustos 2012 Cuma

Ah Ağlıyor Yine Anadolu!..

işte yine yanıyor "anne yüreğim"... çünkü dili, dini, ırkı ne olursa olsun savaşlarda aynı ağıdı yakıyor analar.. birileri körüklerken bu savaşın ateşini, yananlar halk çocukları oluyor.. birbirine düşürülen "halkın" çocukları.. bu gerçek bir savaş mı ki, diye düşünürken bir yandan sanal bir güvenlik kaygısında düşmanlık virüsü bulaşıyor çocuk kanlarına ana rahminde.. soluyor Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır sallanan halay mendillerinin renkleri... hep "öteki" oluyor diğeri.. siliniyor belleklerden güzel anılar.. nefret salınıyor yüreklere, sınırlar çiziliyor çizdiriliyor..
unutuyor güzel ülkemin güzel insanları, aynı topraktan yeşerdikleri diğer dalları...
o dallar yapay bir rüzgarla düşerken birbirine
balta, ağacın gövdesine vuruluyor aslında habersizce..
kanıyor Anadolu.. sessizce kanıyor..
ağlıyor analar.. ağlıyor babalar.. ağlıyor geride kalanlar..
gülen... silah tüccarları oluyor..

ben, bıkmadan usanmadan kardeşlik türküleri söylüyorum oğluma yine de.. "biz, siz" değil "hepimiz" oluyor öykülerimin kahramanları.. umut, sevgi ile büyütülen yüreklerdedir biliyorum çünkü..
ağlama Anadolu...
beşikler umut dolu...



27 Temmuz 2012 Cuma

İyi ki Doğdun, Diğer Yarım...

22 yıl sensiz süren hayatımın tam da 22. yılının sonunda birleşti yollarımız.. Sen de 24'ü bitireli bir ay bile olmamıştı.. Çocuk olduğumuzdan habersiz iki çocuktuk aslında o yıllarda... tertemiz sularında renkli çakıl taşları taşıyan iki küçük dere... nasıl ki tutuştuk el ele bir anda büyüdük de ırmak olduk sanki... Ay izledi bizi, gülümsedi... gün oldu durulduk ovalara yayıldık, gün oldu coştuk kayalardan çağladık.. büyüdük, güçlendik... ve gün geldi aldık bir Rüzgar'ı arkamıza, denize kavuştuk... Üç yıldır kendi denizimizde üç ayrı renk, üç ayrı dalgayız aynı yakamozda dans eden... 
Sen; denizimizin en büyük yıldızı, sularımızı aydınlatan ışığımız... 
iyi ki doğdun...
Berfu & Rüzgar

26 Temmuz 2012 Perşembe

Zamansız ve Hesapsız Dostluklara...

Bazı arkadaşlar vardır hani, sizin de olmuştur mutlaka.. birlikte olduğunuz süre boyunca ondan keyiflisi ondan canı yoktur. Ama araya yollar ya da yıllar girdi mi unutulur tüm yaşananlar.. Bir ara bir tarafın aklına gelse de diğeri ne kadar çok zaman geçtiğini anlar vazgeçer aramaktan.. Sonra bir gün bir yerlerde karşılaştığınızda da o arama cesareti bulunamadığından mıdır nedir bir kuru merhaba, yarım kalmış bir iki soru ile geçer gider arkadaşlıklar..
Ama bir de dostlar vardır ki, araya kaç yıl kaç kilometre girerse girsin karşılaştığınız an daha dün birlikteymişsiniz gibi sarılırsınız. Ne sitem, ne ima vardır bu dostluklarda.. Sohbetin bir yerinde görüşmeyeli ne kadar olduğunu hesaplarsanız ola ki şaşırırsınız geçen zamana, çünkü daha dün gibidir yüreğinizde her şey... İşte benim "dostluklarımın" hepsi böyledir.. Zamansız ve hesapsız dostluklardır..
Böyle dostluklarla zengin olan benim için, sen de bir dostsun sevgili günlüğüm KALEMPEREST... Zamansız ve hesapsız.. Uzun zamandır yazamadığımın mahcubiyetiyle büzülürken dudaklarım, sana hiçbir açıklama yapmayacağım.. Geldim işte, buradayım..

17 Haziran 2012 Pazar

Masallarımın İyi Kalpli Devine...

Öyle bir koşuşturmanın içindeydim ki haftalardır yazmak istediğim onca şey akreple yelkovan arasına sıkıştı kaldı.. Dönmek için bundan daha anlamlı bir gün olamazdı benim için çünkü bugün hem Babalar Günü hem de hayatımda mutlu bir dönüm noktası olan evliliğimin beşinci yıl dönümü..  
Şu an yazlıkta çok keyifli günler geçiren babam ve oğlumun özlemini çektiğim bugünü, öncelikle onların fotoğrafıyla kutlamak istiyorum:
GERÇEKLEŞİRKEN ÇOCUKLUĞUMDA ANLATTIĞIN MASALLAR SEN YİNE MASALLARIMIN İYİ KALPLİ DEVİSİN... Seni Çok Seviyorum, Canım Babam...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Şile Yollarında...

"lazım"lara taktım bu ara, edebiyatçı babamın Arapça sözcüklerin yerine Türkçe sözcükleri kullanmamız konusunda sık sık yaptığı uyarılara inat.. "lazım" değil "gerek" diye düzelttiğini duyar gibiyim "tamam babacım gerek" ;)
gitmek gerek bazen, uzaklaşmak gerek... doğaya yaklaşmak, ormanın yeşilinde denizin mavisinde soluklanmak gerek.. mola vermek gerek... keyif'i sevdiklerimizle paylaşmak gerek.. arabada unutulan yerlerine sözler uydurarak şarkılar, türküler söylemek gerek... 
biz çoook uzun zamandır istediğimiz ama bir türlü fırsat bulamadığımız bu gerek'lerin birçoğunu geçen salı gerçekleştirdik ne mutlu ki... nasıl olduysa oldu ve ben, RüZGaR, annem, kardeşim ve babam bir tam gün bir arada olabildik başka hiçbir şey sıkıştırmadan araya.. 
Bindik umut rengi mavi arabamıza düştük Şile yollarına ;) Gözlemeciler diye anılan bölgede bir köy kahvaltısı ile başladık güne.. Güneşe dayayıp sırtımızı kızarmış ekmeğin dayanılmaz hafifliğine(!) bıraktık kendimizi. Kahvaltıdan sonra höpürdettiğimiz Türk kahvemizi de bitirdikten sonra kaldığımız yerden devam ettik yola... Fark ettik bazı şeyler değişmiş.. Eskiden itiş kakışla arkada oturan, aramıza hırkayla sınır çizen, camı aç camı kapa kavgalarına tutuşan Berker ve ben arabanın ön tarafına terfi etmişiz mesela. Berker araba içi kariyerinde tavan yapmış ve şoför koltuğuna oturmuş ben de her zamanki gibi yanında. Annemle babam da birlikte arkaya geçmişler ama aralarında sürekli sorular soran bir RüZGaR topuyla.. 
-Dede koyun neyyddeeeeeee?
-Dur şimdi çıkacak, bekle.
-Dede inek neyydeeeee?
-Oğlum uzatma şu son sözcükleri. Dede inek nerde! Söyle bakayım.
-Dede domuz neyydeeeee?
-Domuz mu :SSS
şeklinde diyaloglar eklenmiş yolculuğumuza. 
Bir de değişmeyenler var, iyi ki değişmeyenler.. bizi biz yapanlar belki ;)
Mesela ben yine cam açıksa kapa, kapalıysa aç diyorum... Hangi radyoyu dinleyeceğimiz konusunda hala anlaşamıyoruz.. Yol ormana düşüp radyo çekmeyince kendimiz şarkılar söylemeye başlıyoruz. Babam her zamanki gibi bunu söyleyin mesajı vererek Ahmet Kaya şarkıları mırıldanıyor. Berker o güzel sesiyle şarkıya başlıyor ben gönüllü şarkıcı gayet içten eşlik ediyor Berker'in tüm makam, nota algısını yerle bir ediyorum. Eskiden ses yapmayın diye kızan babam şimdi de hız yapmayın diye kızıyor. Berker ses yaptığını kabul etmediği yıllardan kalma alışkanlıkla bu sefer de hız yaptığını kabul etmiyor. Annem hariç yine dizlerimiz sığmıyor bir yere.. Yine birlikte olmaktan çok mutluyuz ve varıyoruz Şile'ye..
İlk durak Kumbaba... Çocukluğumun kumdan imparatorluğu... Her yıl mutlaka en az 10 gün kalmak üzere gittiğimiz, virajlı yollarında annemin içinin dışına çıktığı, üzerinde kırmızı boncuklu bikini modası esen Kumbaba...  Ne çok anım var bu kumsalda anlatmakla bitmez, hatırlamakla tükenmez..


Kimsecikler yok, biz çöllere düşmüş gibi denize doğru yürümeye başlıyoruz. RüZGaR sevinçten çıldırmış durumda.. Ayakkabılarını çoraplarını çıkarıp paçalarını kıvırıyor salıyoruz kumlara... Hazine bulan Şener Şen tribiyle kumları avuçlayıp avuçlayıp savuruyor havaya.. Sonunda denizin kenarına varıyoruz. Şile, RüZGaR'ın fotoğrafını çekmeye dalan anneme Şileliğini gösteriyor.. koca bir dalga gelip annemin ayaklarını sırılsıklam yapıyor... Babamı tanıyanlar bu sahnede onun attığı kahkahaları duyarlar sanırım ;) Berker her zamanki gibi telefonuyla uğraşıyor bir yandan..
Orada biraz oynayıp RüZGaRın kalmak için attığı çığlıklara aldırmadan biniyoruz arabaya.. Şile'nin içine doğru devam ediyoruz. Fonda annemle babamın "Çok gelişmiş Şile.. " yorumlarıyla Emek Pansiyonun önünden geçiyor ve hepimiz aynı anda sessizce gülümsüyoruz.. Benim ısrarımla Fener'in oraya şöyle bir çıkıyor çok esiyor diye arabadan inmeden limana dönüyoruz... Hava sıcak, limanda onlarca kayık, tekne.. Deniz tutkunu RüZGaR yine çıldırıyor.. "Anne bak gemiiiii, anne bakk yaalkeenliii, anne bak motoyy" cümlelerine biz de hayatımızda ilk defa bunları görmüş gibi heyecanlanıyor abartılı tepkiler veriyoruz. Havai fişeği ilk defa bu limanda görmüştüm ben, okula o sene başlayacaktım.. Festival zamanıydı, Şile limandaydık.. Babamın bacağını tutup izlemiş, büyülenmiştim..

Limanı da bitirdikten sonra artık canım kuzenim Aras ve eşi Pınar'ın işlettiği kanatçımıza geçiyoruz.. Arslanbey Kanatçısı tabelasının altından geçip sezonu açan terasına yayılıyoruz. Masalara konulan fener şeklindeki tuzluklara bayılıyorum. Keyifli bir sohbetin ardından nefis soslu acılı kanatlarımızı da yiyor finali revani tatlısıyla yapıyoruz..

Canımdan verdiğim, canından aldığımın kucağına gömülüyor.. yorgun düşen RüZo uykuya yeniliyor...
Güneş yavaş yavaş çekilmeye hazırlanırken hadi diyoruz biz de, kalkıp düşüyoruz dönüş yoluna.. Ormanların gümbürtüsünün başımıza vurmasından memnun izliyoruz ormanı, denizi, doğayı...
İki keşke'm vardı gün sonunda... Biri keşke Gökhanım da çalışmasaydı bizimle olsaydı diğeri keşke bugün 1 Mayıs olmasaydı ve biz meydanlarda olmak yerine bir daha ele zor geçecek bu fırsatı değerlendirmeyi seçmek zorunda kalmasaydık...
Onlarca da "iyi ki"m vardı ama yine aynı günün sonunda... İyi ki geçen hafta yüreğimizi yerinden çıkaran o test temiz çıktı ve kahverengi gözlü devim, canım babamla bugün sağlıkla, keyifle bir aradayız.. iyi ki dünyanın en başka ailesine sahibim.. iyi ki annem benim annem, babam benim babam, kardeşim benim kardeşim.. iyi ki bir oğlum var ve adı RüZGaR...

Herkese kendi yüreğinde kurduğu "iyi ki ..................."  cümlesini mutlulukla tamamlayacağı bir hafta sonu dilerim...

20 Nisan 2012 Cuma

100 Çocuk, 100 Gülücük, 100 Umut daha...


Bir gün bir hayal kurduk biz.. 
önce "keşke"li cümleler kurduk... sonra dedik neden bu keşke'ler "iyi ki" olmasın.. koyduk yüreğimizdekileri bir mektuba, bağladık sevgi güvercinin bileğine gönderdik gönül postasıyla... mektuplar yerlerine ulaştı onlarca büyük el, minik eller için uğraştı... yazıldı mektuplar, yapıldı paketler... yeni yıl kapıdayken ısındı yürekler...
birkaç ay girdi araya sıra geldi 23 Nisan'a.. "çocuk demek umut demektir" demiştik ilkinde şimdi de "umut demek çocuk demektir" dedik... madem ki umudumuzu yitirmedik güzel günler görmek için o halde şimdi de paketler Çocuk Bayramı için..... dedik ve yine bir mektup gönderdik gönül postasıyla... mektubumuz kapıda karşılandı, yeni dostlar da aramıza katıldı...

Evet Sevgili Dostlarım,
23 Nisan için ikinci bir organizasyon hazırlığında olduğumu sizlerle paylaşmıştım... Birkaç hafta önce elimde 100 kişilik yeni bir liste ve birkaç acaba ile başına oturduğum bu bilgisayarın başına şimdi yüreği umut ve mutluluk dolu biri olarak oturuyorum.. Çünkü bugün biz büyüdükçe kirlenen dünyada telli turnalar besleyen güzel insanların varlığına bir kez daha inandım...
Listemdeki çocukların abla ve ağabeyleri belli oldu önce.. Yılbaşında da paket hazırlayan dostlarımızın çoğunun yanında yeni dostlar da katıldı bu iyilik örgütlenmesine... Sonra başladık hazırlık çalışmalarına.. Sadece adı, boyu, kilosu ve ayak numarasını bildikleri küçük dostları için dünyanın en keyifli alışverişini yaptı benim büyük dostlarım...   Cenk bebeğin babası sevgili dostum Bülent sponsor oldu hepimiz için standart kutular yaptırdı. Bu kutular dağıtıldı abla ve ağabeylere...
2 sağlam takım arkadaşım vardı bu sefer desteklerini unutamayacağım.. Biri Nurhan biri Seden.. Çalıştıkları firmalarda kendileri gibi duyarlı yüreklerle ve kendi arkadaşlarıyla paylaştılar projemizi ve otuzar kutu hazırladılar bizim için.. Arkadaşlarını organize ettiler, kutuları paketlediler, onları taşıdılar teker teker... Meslektaş olmanın mutluluğunu ve gururunu yaşadığım canım öğretmen arkadaşlarım yine vardı hem de bu sefer sayıca da artarak... Kuzenlerim vardı olmazsa olmazlarım ;) Can dostlarımız, arkadaşlarımız, onların arkadaşları vardı bu sefer kendi anne babalarını kardeşlerini de kattı hatta bazıları...
 İşte bu 100 kutu, bu canlar tarafından özenle ve istekle hazırlandı..  Hediyeler kutulandı, süslendi... Uzakta olanlar hediyelerini kargo ile gönderdiler biz onlar için paketledik, süsledik.. Bizim küçük oda boşaltıldı , ee alıştı artık o da zorluk çıkarmadı sağ olsun ;) Odayı yavaş yavaş dolduran kutular Minik RüZGaR'ın her geçen gün daha da meraklanan minik ellerinden özenle korundu yine.. Son hafta neredeyse her gün okuldan eve süslü paketler taşırken komşularımızın da en az RüZGaR kadar meraklı olduğu gözlendi, içten içe eğlenildi :)) Dün gece 23.00'e kadar çalan kapımızla paketler tamamlandı..

Bütün odayı kaplayan ve tavana değen kutuların dayıcığımın minibüsü için bir hayli fazla olduğu gecenin geç saatlerinde annem ve eşimden gelen uyarılardan sonra idrak edildi.. Hacim hesaplarındaki muhteşem yeteneğim bir kez daha ispatlandı... Gece boyu farklı çözüm yolları düşünüldü ve sabahın köründe kocaman bir minibüse sahip, çocukluğumun ve mahallemizin hiç yaşlanmayan çılgın abisi Karadenizin coşkunu yüreğinde taşıyan Turgay Abimiz arandı... Tabi ki emin olduğum  samimi ve olumlu yanıt ve bunun yanında bir derin nefes alındı..

 Öğlen bizim evin önünde dayım ve Turgay Abiye ait iki ayrı minibüs ile buluşuldu, kutular taşındı yüklendi  ve okulun yolu tutuldu... Okulumuzun bir yuva gibi durduğu tepenin üstündeki bahçede Seden ve sevgili arkadaşları ile buluşuldu.. Onlar da kutularını kendilerine ait üç özel araçla getirmişlerdi.
Çocukluğumun ve ilkgençlik yıllarımın uzuuun ve zayıf kızı; liseden, voleybol takımından ve hayattan arkadaşım Gülçin Öğretmen bizi karşıladı..


Çocuklar son dersteyken fonda 23 Nisan için hazırlık yapan halk oyunları ekibinin davul zurna sesiyle ve tabi öğrencilerin desteğiyle taşıdık kutuları... Okulun öğretmenleri, idaresi bizlere çok destek oldular. Bu arada fen bilgisi öğretmeni olan arkadaşım Timur'un altına tekerlek monte ettiği çekmeli kutu da hepimiz tarafından çok beğenildi ve tasarım ödülü aldı :))


Sıcacık bakışlı, sıcacık gülüşlü Okul Müdürümüz Meral Öğretmenin odasına davet edildik sonra... Müdürlük vasfının çok üstünde duran "öğretmenlik" vasfı, duyarlı yaklaşımı ve modern duruşuna hayran kaldık.. Meral Öğretmenimiz teşekkürlerini iletti tüm dostlara biz de sevgi ve teşekkürlerimizi paylaştık... Beylikdüzü'nden yollara düşen Nurhan ve Ertan da geldiler. Sonra zil çaldı günlerden cuma olunca İstiklal Marşı için bahçede toplanıldı. Bizler de çıktık tabi ki.. Törenden sonra konferans salonuna döndük. Navigasyonunun yoldaşlığıyla Bahçeşehir'den 50 dakikada uçarak gelen Buğra da gelince ekip tamamlandı. Heyecanla bekledik çocuklarımızın salonu doldurmasını...
Aynı şaşkın bakışlar, aynı meraklı yüzler ve aynı iç ısıtan güzel yüzler.. Yine gözlerini bize diken onlarca güzel yüz... Yoklama alınıp çocuklar tamamlanınca başladım konuşmaya:

"Şimdi merak ediyorsunuz değil mi, bizi neden buraya topladılar bu paketler ne diye.. (tam tahmin ettiğiniz yanıt geldi "E-veeeeet") Önce şunu bilin ki sizler bizim için çok değerlisiniz. Adınızı, nerede oturduğunuzu, yüzlerinizi bilmesek bile sizler sadece çocuk olduğunuz için çok çok önemlisiniz... Ben Berfu. Ben de sizin öğretmenleriniz gibi öğretmenim. Ancak benim çok başka mesleklerden de arkadaşlarım var. Doktor olan var, mühendis olan var, benim gibi öğretmen olan var, farklı şirketlerde çalışanlar var.. Sizler de eğitim hayatınızı başarıyla tamamladığınızda bu mesleklerden birini yaparken çıkarsınız ileride belki bir daha karşımıza.  İşte ben ve arkadaşlarım düşündük sizleri bu kadar çok sevdiğimiz ve önemsediğimiz için ATAMIZIN sizlere armağan ettiği Çocuk Bayramını biz de sizlerle kutlamak istedik. Sizin için sürpriz hediyeler hazırlamaya karar verdik. Ne yazık ki herkes için hazırlama şansımız yoktu, 100 paket hazırlayabilecektik. Biz de okulunuzdaki herkesin adını küçük kağıtlara yazdık ve bir kutuya attık. Sonra onların içinden rastgele 100 tane isim çektik. İşte sizler, bu çekilişte çıkan şanslı çocuklarsınız. (Burada bir vaaoovvv sesi ) Sonra öğretmenleriniz bize destek oldular sizlerin boylarınızı, kilolarınızı, ayakkabı numaralarınızı bize verdiler. Biz de sizler için bu paketleri hazırladık. Çok istemelerine rağmen arkadaşlarımın hepsi bugün gelemedi. Şimdi ben ve buradaki arkadaşlarım sizlere bu paketleri vereceğiz. 
Ancak sizden üç ricam var. Birincisi kendilerini kötü hissetmesinler diye çekilişte adları çıkmayan arkadaşlarınıza bu konuşmalardan ve paketlerden bahsetmeyin, ikincisi bu paketleri evde açın, üçüncüsü de paketlerinizden çıkacak sizlere yazılmış mektuplara yanıt yazın. Bunları yapar mısınız?  ( Yine bir E-veeeet yanıtı) Size güvenebilir miyim ( Güüü-vee-ne-bilir-siniiiiiiiizz ) Tamam o zaman haydi paketleri vermeye başlayalım." dedim..
Sonra Müdürümüz Meral Öğretmen de duygularını paylaştı, hepimize teşekkür etti ve paketleri   vermeye başladık...


Buraya kadar her şeyi rahatlıkla yazabildim ancak buradan sonrakileri anlatmaya sözcükler yetmiyor... 
Görmek lazım, duymak lazım.. 
O bakışlardaki heyecanı, adlar okunurken irileşen gözleri, iki dakika önce susmayan miniğin adlar okunmaya başlayınca arkadaşlarına "şşş sessiz olun ama duyamıyoruz" şeklindeki tatlı ve komik uyarısını, paketini alıp gittikten biraz sonra geri gelen ve ablasının paketini soran miniğin bizde yarattığı paniği ve gerçeği anlayıp ablasının adının listede olmadığını söylediğimizde "aaa öyle mi bi deneyeyim dedim" anlamındaki yanıtını, o şaşkınlıklarını görmek ve duymak lazım...


en güzeli de onlara güvendiğimizde bize verdikleri sözü gerçekten tuttuklarını, biz eve dönerken onların da yollarda ellerinde "kapalı" olarak taşıdıkları paketlerde görmek lazım...

Sözcükler nasıl yetsin, bir çocuğun yüzünde güller açtıran gülümsemesini anlatmaya... 
görmek lazım..












18 Nisan 2012 Çarşamba

İyi ki Doğdun Küçüğüm (!)

Hayata dair hatırladığım ilk şey:

Ümraniye Endüstri Meslek Lisesi Lojmanındaki evimizdeyiz... Sokağın başını gören köşe odadayız. Babam, bir merdivenin üzerinde duvar kağıdı ya da boya yapıyor. Camlardaki tül perde çıkarılmış (muhtemelen yıkanıyor), hava güneşli... Annem, normalden baya bir şişman... İkisi de gülerek ve dikkatle yüzüme bakarak "yakında bir kardeşim olacağını" söylüyorlar... lojman bahçesinde fırtına yaratan tek kişilik çeteme yeni bir üye geliyor demek... "Ben" olmaktan çıkıp "Biz" oluyorum... çok ama çok mutluyum...
Bunu anneme anlattığımda hatırlaman imkansız henüz iki buçuk yaşındaydın diyor.. ama ben hatırlıyorum... her ayrıntıyı ince ince anlatıyorum, şaşırıyorlar.. çok eminim, çünkü çok mutlu olmuştum...
Arayı hatırlamıyorum.. Zihnimdeki ikinci sahne babaannemin evi...Annem de babam da yok.. Hastanedeler, kardeşim gelmiş... Beni babaanneme bırakmışlar. Televizyondaki kadını annem zannedip "Aaa annem!" diye bağırıyorum, gülüyorlar.. Annem de babam da yok.. Yalnızım.. 
ve üçüncü sahne... uzun koridorlu bir hastane (Validebağ Öğretmenler Hastanesi)... Babam, bir demet çiçek vermiş elime, bunu annene ver odaya girince, diyor.. Odaya koşarak giriyorum.. Annem yatakta uzanmış kucağında bir bebek var, kardeşim... çok ama çok, çok mutluyum...


İşte hayatımın "ilk" en önemli olayı 27 yıl önce bugün gerçekleşti ve kardeşim dünyaya geldi.. O günden beri asla yalnız olmadım... yalnız kalmadım... 
Hayatta sadece bana ait olan ve sonsuza kadar da öyle kalacak olan tek şeydi "Berker"... annemi, babamı, kuzenlerimi, arkadaşlarımı ya başkalarıyla ya da Berker'le paylaşıyordum ama Berker sadece benim kardeşimdi... ben de sadece onun ablası... 
Çocukluğumdan kalan bu duygu öyle bir yerleşmiştir ki yüreğime konu Berker olunca hemen devreye girer ablalığım... kimi zaman sevmek kimi zaman dövmek için :) onu dövme hakkını da sadece kendime veririm başka birinin söyleyeceği ufacık olumsuz bir sözde bile pençelerimi sallarım hemen :) çocukken çok kavga ederdik bir dönem özellikle ilköğretim çağında.. O yıllarda birbirimize girince ben ondan güçlü olduğum için ona vuramaz farklı işkence yolları bulur, sözle saldırır delirtirdim onu. O da güçsüzlüğüne sinirlenir o sakar sol eli ve bacağıyla savururdu tekme ve yumruklarını.. Sonra birkaç yıl geçti, boyu beni hızla geçen kardeşimin kolları da sesi gibi kalınlaşmaya başladı ve gün geldi baktım o bana vuramıyor sözle saldırıyor ben yumruk tekme savuruyorum.. anladım ki artık o güçlenmiş ve ben onun yanında çok güçsüz kalmışım..
İşte o güçlü olmaya başladığı yıllardan itibaren azalmaya başladı kavgalarımız.. sonra ben üniversite yollarına düşüp evden ilk ayrılışımı yaşadığımda en çok özlediğim oldu Berker...ve her geçen yıl rollerimiz değişti.. ben onu okula götürüp beslenme çantasını suluğunu toplarlayanken artık o beni arabayla sağa sola götüren, gece bir yerlerden almaya gelen oldu... bazen ben abla oldum bazen o abi oldu... büyüdükçe aramızdaki iki buçuk yaş eridi gitti...

"kardeş" başka bir şeydir.. bitmeyen, tükenmeyen.. dünyanın en özel paydaşlığı.. en başka kaygısı.. en eski sevgisi.. "kardeş" başka bir şeydir.. en sevdiklerini, en içten, en masum sevdiklerini bu yüzden "kardeşim gibidir" diye tanımlar insanoğlu, kimseler "kardeşin gibi" olamasa da...  sadece çocuğu olunca yüreğindeki sırayı değiştirir insan.. anca o zaman biraz daha büyümüş görür küçük kardeşini, birazcık...

Canım Annem ve Canım Babam,
Bana dünyanın en başka yuvasında sevgi içinde birlikte büyüdüğüm kardeşimi verdiğiniz için önce size çok teşekkür ederim. Umarım ben de Rüzgar'ıma aynı duyguları yaşatacak bir kardeş verme gücünü kendimde bulacağım..












ve Biricik  Kardeşim, Berkerim...
27 yıl önce bugün doğarak beni dünyanın en mutlu çocuğu yapmıştın.. Bugün de varlığınla hayatımı renklendiriyor ve anlamlandırıyorsun... Yeni yaşın kutlu olsun.. Hayat sana tüm güzellikleri yüreğinin beyazlığında sunsun.. Seninle çok güçlüyüm, her zaman yanındayım... 
İyi ki varsın ve iyi ki benim kardeşimsin.. 
Seni Çok Seviyorum 
DADİ ....  ;)


13 Nisan 2012 Cuma

100 Küçük Martı Var Sırada...İyilik Yeniden Örgütleniyor!



YİNE AYNI HEYECAN SARDI YÜREĞİMİ... DOSTLARIMA İKİNCİ MEKTUBUMU DA YAZDIM ve MİNİK BİR KARTOPU ÇIĞA DÖNÜŞTÜ YİNE... 

Güzel Yürekli Dostlarım,
Aralık ayında 2012’nin sadece bizlere değil bilmediğimiz tanımadığımız ama bizim olan çocuklara da umut getirmesi için renk renk paketler hazırlamıştık hatırlarsanız. O zaman yüreğimden geçenleri biraz heyecan biraz kaygıyla fısıldarken size hep birlikte bir mutluluk çığlığı atacağımızı bilmiyordum... Artık biliyorum... Ben evdir, iştir kapılmışken hayat RÜZGARına içinizden bir değil birkaçı hatırlattı bana, hani 23 Nisan’da da yeni paketler hazırlayacaktık, diye... Yeniden aynı heyecan sardı yüreğimi... Başka çocuklar, başka gülücükler...
Şimdi elimde bu sefer Anadolu yakasında bir tepenin üzerindeki okullarında okuyan 100 yeni çocuk adı var... 1. Sınıftan 8. Sınıfa kadar... ve yine o okulda da geleceği aydınlatmak için var gücüyle çalışan öğretmen bir dostum, çocukluk arkadaşım... İlk projemizi takip etmiş o da çok mutlu olmuştu. Şimdi de sizin öğrencilere yapalım diye aradığımda ikimizin de heyecanı seslerimizin titremesinden belli oldu... Okul idaresiyle konuştu ve bizim için 100 kişilik bir liste hazırladılar... Çocukların yine bir şeyden haberleri yok. Biz 20 Nisan öğleden sonra paketlerimizle okullarında olacak, yine çekilişte adlarının çıktığını söyleyerek hediyelerimizi verecek ve onların Çocuk Bayramlarını kutlayacağız...
Deneyim yaşarken ediniliyor biliyorsunuz... Biz de geçen sefer paketlerini götürdüğümüzde kimi büyük kimi küçük kimi süslü kimi sade paketlerin çocuklar üzerinde nasıl bir eşitsizlik duygusu yarattığını görmüş birkaç keşke ile eve dönmüştük. Şimdi o “keşke”leri “iyi ki”lere çevirmek adına bir arkadaşım bu konuda destek oldu ve hediyelerimizi koymak için standart küçük koli kutular sipariş verdik. Bu kutular 25, 40, 50 cm ebatlarında bildiğimiz koliler olacak. Sizler hediyelerinizi bu kutulara koyabileceksiniz. Kutuların dışlarını istediğiniz şekilde kaplayıp süsleyebilirsiniz. İster kâğıt, ister kumaş orası size kalmış :)  Geçen sefer kutu hazırlayanlar geniş kurdelelerle bağlamış çocukların tutması için de bağ yapmışlardı. Sizler isterseniz benden boş koli alırsınız isterseniz de bu ebatlara uymak koşuluyla kendi temin ettiğiniz kutulara hazırlayabilirsiniz.
Gelelim paketlere neler koyacağımıza. Aynı büyüklükteki bu paketlerin içlerine mutlaka:
bir alt, bir üst kıyafet,
bir çift ayakkabı,
bir çift çorap
Can, İş Bankası veya TÜBİTAK Yayınlarının herhangi birinden yaşa uygun bir kitap
ve bir mektup koyalım...
İsterseniz bunların dışında farklı kıyafetler, toka, terlik, pijama, çikolata, kırtasiye malzemesi, oyuncak vb ne isterseniz ekleyebilirsiniz.
Bir şeyi hatırlatmak isterim, geçen sefer bazı paketlerden mektup çıkmamıştı. Paketlerinden mektup çıkmayan bazı çocuklar, arkadaşlarına paket gönderen ağabey veya ablalarına “Benim paketimden mektup çıkmadı ben de size yazdım” diye başlayan mektuplar göndermişlerdi. Hatta bazıları tüm paketleri aynı kişinin gönderdiğini zannederek “Bana mektup yazmayı unutmuşsunuz ama ben yine de teşekkür etmek istedim. Ne kadar iyi bir insansınız herkese hediye almışsınız. Adınızı arkadaşıma yazdığınız mektuptan öğrendim. Teşekkür ederiz.”  diye mektuplar gönderdi. Yani güzel dostlarım; yazınız güzelmiş kötüymüş, duygularınızı tam ifade edermişsiniz edemezmişsiniz önemli değil esas önemli olan onları önemseyip adlarına mektuplar yazmanız inanın...
Bu gönülyoldaşlığına yeni katılan arkadaşlarımız varsa bu adresten geçen seferki projemizle ilgili notları okuyabilirler ;)
Elimde 100 kişilik bir listeyle sizlerden haber bekliyorum şimdi... yine aynı heyecan fakat bu sefer  daha fazla umutla... SEVGİLER

BU LİSTE BİTTİ... ŞİMDİ ALIŞVERİŞLER YAPILIYOR, PAKETLER HAZIRLANIYOR... BİR HAFTA KALDI BULUŞMAYA... SİZLERLE DE PAYLAŞMADAN EDEMEDİM... KİM BİLİR BELKİ BİR YERLERDE SİZ DE BAŞKA PROJELER YARATIRSINIZ ;)

Not: Fotoğraflar Burcu YALÇIN ;)


4 Nisan 2012 Çarşamba

İyi ki Doğdun Sarı Sıcak...

Yüreğimde olan herkesin bir rengi vardır.. Kimilerinin rengi aynı, tonları farklıdır... Örneğin annem ve babam yeşildir... Doğanın cömertliğini, yaşamın huzurunu bulurum onlarda.. Nefes alırım koyu yeşil dallarının altında... Kardeşim turuncudur... Enerjidir, coşkudur, kahkahadır, güneşin ışıkları arasındaki ayrıntım, olmazsa olmazımdır. Eşim siyahtır... Nettir, asildir, yanında tüm beyazlıklar daha da belirginleşir, kör olsam bile benimle kalacak tek renktir.. Oğlum beyazdır, bir zerre toz kondurmam üzerine, tüm renklerin birleşimidir...
ailemin, dostlarımın yani sevdiklerimin her birinin bir rengi vardır işte...

ve dostlarımdan, hayat gökkuşağımın renklerinden biri de sarı sıcağım, Nilay...
Onun rengi sarıdır.. saçlarından, göçmen teninden değil yüreğinden, gülüşünün sıcaklığından alır rengini...
Hani bulutlandığında gökyüzü hava bozdu yağmur ha yağdı ha yağacak derken güneş ansızın çıkar ya bazen... ısınırsınız... İşte o güneştir veren rengini ona dostluk ateşinden...
Ya da sonbaharda bir yaz daha geçti diye hüzünlenir insan sararan yapraklara bakınca. İşte o yapraklar verir rengini ona yaşlanmayı değil yaşamayı hatırlatırcasına...
Madenler içinde hem her zaman değerli hem de her yerde rahatlıkla taşıyabileceğiniz tek madendir altın... Ona pırlantanın şımarıklığını, zümrüdün zarafetini, elmasın çekiciliğini, yakutun sıcaklığını da ekleyebilirsiniz nazar boncuğunun "bizden"liğini de.. ama tek başına bile bir sade alyans kadar ömürlük ve anlamlıdır... işte altın sarısını taşır biraz da...
Bazı geceler yarın erken kalkmak zorunda olmanıza, yorgunluktan sızlayan bedeninize rağmen elinizdeki kitabı bırakamazsınız.. o bir keyiftir, beslenmedir bir çeşit.. işte o gecelerde kitap üzerine suretinizi düşüren sarı bir ışıktır Nilay... o sarı ışık ki yakın geçmişte akademik çalışmalara, şimdilerde ise mutlu fotoğraf karelerine düşmektedir hayaller peşindeki sabrın katkısıyla ...
80'li yıllarda çocuk olmuş herkesin anılarında baş köşeye oturan; aynı yılları, geçmişi, anıları paylaşmanın keyfini yaşatan leblebi tozlarının sarısından da alır biraz kahkahalara leblebi tozu yutmuş gibi boğulurcasına...
Rakı sofralarının, gurme mezelerinin vazgeçilmezi limondan da almışlığı vardır biraz sarılık .. ekşiliği fenadır yani...
Aşk fallarının en doğalı papatyanın hep seviyor ile biten yapraklarının ortasında, sürprizlerle dolu bir sarıdır kendi mucizelerini taşıyan..
Her annenin çocuğuna yedirmeye çalıştığı yumurtanın sarısından da almadan edemez her zaman her koşulda bir yanı annedir çünkü..
Anlatmakla bitmez, hayat adına çizilen her resimde belirir,
yani sarı bir mimoza gibi baharı müjdelercesine nisan ayının başında doğmuş
         güzel dostum, arkadaşım, kardeşimdir..

26 Mart 2012 Pazartesi

Hoş Geldin Nil Bebek!

Hayatımdaki her önemli olay sonucunda "büyüyorum" derdim, sanırım artık "yaşlanıyorum" demeliyim :))
30 yaşımı müjdeleyen (!) 2012 yılı önemli bir virajda olduğumu ima edercesine daha üç ayı bitmeden 3 defa teyze yaptı beni daha da yapacak ;)
Önce canım arkadaşım Hediye'nin Çınar kuzusu geldi şubatın başında, sonra şubat bitmeden Selinimin Nehir kuzusunu kucağımıza aldık ve dün pazar rehavetiyle yayılmışken Çilerimin eşi sempatik damadımız Tuna'nın telefonuyla fırladık evden... Nil kuzumuz yola çıkmış teyzelerine haber gönderiyordu. Hemen Baharımı aradım. O da Selin'i aradı ve daha bir aylık bebeğini alıp çıkmasın diye ikna etmek durumunda da kaldı :)  Ben kendi kuzumu anneannesiyle bırakıp yollara düştüm...
Karmakarışık duygularla geçtim karşıya... Heyecan, kaygı, mutluluk, inanamama bir sürü şey havaya uçuşuyordu yüreğimde. Bahar'la buluştuk taksiye bindik, İstanbul'a ilk defa gelmiş gibi şaşkın şaşkın "geldik mi geldik mi" diye bakındık taksinin camından.. Cesaret topu arkadaşım normal doğum yapacaktı ve Tuna acele etmememizi daha birkaç saati olduğunu söylemişti. Biz de Çiler sancı çekerken onu cesaretlendireceğiz, doğumhanenin kapısında artık dilimiz döndüğünce dua edeceğiz, anneannemiz Naime Teyzemize destek olacağız, ilk emzirme anlarında ağlamama mücadelesi vereceğiz, teyze olmanın mutluluğunu ilk anlardan itibaren yaşayacağız diye tam motive bir şekilde doğum katına çıktık. Oda numarasını öğrendik. Kapıyı çaldık önde ben, arkada Bahar kafayı uzattık baktık bir kadın bebeğini emziriyor başında da iki kişi (Ayy yanlış odaya girdik. Bizimki daha doğmadı, diye) "Pardon!" deyip geri çekilirken bebeğini emziren kadınla göz göze geldik.
Amann tanrımm, e Çiler bu!! ........."Gelsenize" diyor şaşkın şaşkın ;))
Meğer Nil Kuzumuz yeter artık dayanamayacağım, şu Dünya'yı biran önce görmeli annemin kucağına hemen konmalıyım, demiş... Yürüyüşler ve dikkatli beslenmeyle Ebru Şallı kıvamında bir hamilelik yaşayan güzel annemiz de eskilerin deyimiyle bir avazda doğuruvermiş :)
ve sonuç: kapıda şok yaşayan iki teyze Bahar ve Berfu :))
İçeri girdik ama boş boş bakıyoruz.. Çilerin gözleri yeşil yeşil parlıyor. Göğsünde pembe bir güllü lokum... O anda neler neler geçiyor insanın gözünün önünden.. Üniversite yılları, kahkahalar, büyüme telaşları... Günü orada geçirip zaman zaman duygulanıp zaman zaman da Tuna'nın babalık titizlenmelerine güldükten sonra eve döndük...
Rüzgar'a anlattım akşam:
"Bir arkadaşın daha doğdu bugün oğluşum... Belki şu an dediklerimden bir şey anlamıyorsun ama büyüyünce ben sana tekrar tekrar anlatacağım gerçek dost ne demektir, can dostluklar nasıl kurulur en önemlisi nasıl korunur, diye.. En büyük gereklerinden biri birlikte yaşamak, yaşlanmak ve birlikte "büyütmek"tir... Senin de birlikte büyüyeceğin arkadaşlarından biri bugün doğdu işte.. 2 yaşını henüz bitirdiğin bugünlerde abi oldun bile ;)"