25 Ekim 2013 Cuma

UTANÇ MÜZESİ Tarihe Bak Anlarsın!

Zaman önde ben arkada koşuyoruz... Ne zaman yakalarım hatta yakalar mıyım bilemiyorum. Okumak, yazmak, görmek, konuşmak, yapmak istediğim o kadar çok şey var ki aslında.. İşte bir fırsat yarattım ve daha fazla geç kalmadan 20 Eylül'de arkadaşlarımla ziyaret ettiğim müze - sergi notlarını sizlerle paylaşıyorum.


12-22 Eylül'de Akatlar Kültür Merkezinde konaklayan bu müze diğerlerinden çok farklıydı.. Birincisi esas mekanı Ankara'da olmasına rağmen İstanbul'da kısa süreliğine kurulmuş bir sergi - müzeydi.. İkincisi bu bir "Utanç" müzesiydi.. Oraya bir müzeyi "gezmeye" değil bir toplu mezarı "ziyarete" gider gibi gidiliyordu..
Kapıda temsili bir dar ağacı karşılıyordu insanı.. Altında adlarını onlarca kitapta, türküde, sohbette duyarak büyüdüklerimin fotoğrafları.. Sessizce giriyoruz içeri.
İlk gördüğüm "12 Yaş 13 Kurşun" yazısıyla sergilenen delik deşik edilmiş iki çocuk kazağı ve altında fotoğraf.. Nasıl bir açıklaması olabilir ki, anne yüreğime kim anlatabilir bir çocuğun bedenine 13 kurşun doldurmayı..
Sonra Erdal.. Yaşı büyütülerek asılan Erdal.. Kulağımda Metris Türküsünde geçen "ben hep on yedi yaşındayım / her ayak sesinde ürperirim / demir kapının her açılışında / göğsümün kafesine sığmaz yüreğim." dizeleri..
Saklanmış kasetler.. tanıdık türküler..

İşkencelerin modellendiği o korkunç köşe.. Bu bir oyun, bir hayal ürünü değil.. Bu bir gerçek.. İnsanlar bu modeller üzerinde görmeye dayanamadığımız işkenceleri yaşadılar.. Sakat kaldılar, yaralandılar, öldüler..





Sonra birden çocukluğumun akşam haberlerinden, annemle babamın isyanlarından kalma bir isim..
Metin Göktepe... ve Sivas'ta yakılan güllerden Hasret Gültekin..




















Birden bir şeyi fark ediyorum panikle.. ilk isimler hep bildiğim ama ben doğmadan önce yaşanmış olayların kahramanlarıydı.. Onlar bana babamın, annemin, öğretmenlerimin yani büyüklerimin "anlattığı" insanlardı. Ama serginin sonuna doğru benim hayatımla eş isimler görüyorum. Evet küçüktüm ama hatırlıyorum işte.. Ben bu karmaşık duygu düşüncelerin içindeyken aydınlanıyor bir an her şey bu fotoğrafla..

Ne yazık ki bizim de çocuklarımıza anlatacak "utanç" hikayelerimiz var aslında. Bir kör kurşuna, bir cani darbeye canını veren çocuklarımız.. ve bu çocuklar gözümüzün önünde gittiler..



ve o garip bir duygu gelip oturuyor bu "utanç" müzesinde yüreğe.. bir yanın "benim bu olanlarda hiçbir suçum yok ki " derken diğer yanın "unutup susuyorsan sen de suçlusun" diyor.

"HATIRLADIĞIN KADAR GÜÇLÜ, UNUTTUĞUN KADAR SUÇLUSUN."

9 Eylül 2013 Pazartesi

Hoş Geldin Hem Yeni Yaşım Hem "Kızım"...

Bir "gül"ün, Ergül'ün karnından geldim ben... Onun bahçesinde derildim.. Deren Muzaffer bir çınardı üstelik... Kökümü babamdan, kokumu annemden aldım...
İlk yaprağı kardeşimde gördüm... Yanımda büyüyen bu dalla güçlendim.. İkimize ait bu bahçede; yağmur yağdı ona sığındım, güneş çıktı onu korudum.. Bu Berker dalla büyüdüm..
Büyüdüm... Bir kardeşlik ormanında türküler söyleyerek, akrabalarım ve arkadaşlarımla yani kandaşlarım ve candaşlarımla...
Sonra bir gün başka, bambaşka bir dala değdi yüreğim... Titredim bir Ağustos akşamında.... Öyle inandım, öyle güvendim ki ona, öyle çok sevdim ki onu, davulla zurnayla beyaz bir duvakla ayrıldım bahçemden.. Kendi bahçemi kurmaya, kendi güllerimi dermeye gittim... Gök'lerin Han'ının beyaz bulutlu katında...
Sonra bir gün ben de bir "gül" oldum... Soyunu dedesinden, kökünü babasından, kokusunu benden alan bir "Rüzgar Mehmet" büyüttüm karnımda... Gün gelip onu kucağıma aldığımda dünyamı baştan kurdum... O gün bugündür Rüzgar'sız yollardan yürümedim, Rüzgar'sız hayaller kurmadım...
Dört köşe, dört kenarlı bir bahçeden gelen ben, kendi bahçemi de dört yapraklı bir yonca deseni üzerine kurdum... Biz üç yapraklık alanda rengarenk çiçekler, mis kokulu otlar, asırlık ağaçlar büyütürken gelişiyle varlığımızı tamamlayacak dördüncü parçamız, son yaprağımız yine karnımda filizlendi... Kökünü babasından, kokusunu benden, rengini anneannesinden aldı.. Adı, rengiyle anılan güllerden geldi "Karmen Ergül" oldu...
32. Yaşımla tanıştığım bugün...
Bu kardeşlik ormanında türkülerime eşlik eden kandaşlarım ve candaşlarım...
Soyadlarını bahçemde gururla taşıdığım, sevincimize kederimize ortak babaannemiz, dedemiz, halamız...
Yan bahçemden bana hiç azalmayan bir sevgi ve güven veren çınarım babam, gülüm annem, dalım kardeşim...
Bahçemin direği, huzuru, varlık sebebi olan güzel yüreklim, sıcağım Gökhanım...
Bakmalara kıyamadığım, koklamalara doyamadığım, ilk göz ağrım, canımın yarısı oğlum "Rüzgar Mehmet"im...
Umudum, hayallerim, yollarını gözlediğim, kokusunu yüreğimde hissettiğim, miniğim, canımın diğer yarısı kızım "Karmen Ergül"üm...
Geride bıraktığım otuz bir yılın en büyük en eşsiz hediyeleri...
Belki ben, "iyi ki doğdum" ama
Esas sizler, "iyi ki varsınız"....





15 Mayıs 2013 Çarşamba

İmza Karın...


Aylar önce İmza Kızın kitabını gördüğümde nasıl da üzülmüştüm böyle bir projeden geç haberdar oldum diye.. Yaşı kaç olursa olsun yorulduğunda, sıkıldığında, heyecanlandığında, gülmek istediğinde, başardığında, sevindiğinde kendini hep dağ gibi büyük babasının yamacına atan bir kız olarak benim de söylemek istediklerim vardı. Çınarımın gölgesinden paylaşmak istediğim notlar..
Olmadı, kaçırdım diye üzülürken Lale'nin Bahçesi'nin kızıl karanfili Gamze'den projenin ikinci bir kitapla devam edeceğini öğrendim.. Gelirinin Sınır Tanımayan Ebeveynler Topluluğu Derneğine bağışlanacağı ikinci kitap..  İmza Karın...

Şimdi kız çocukları büyüdü, hayatın içinde kadın olarak durmayı öğrendi. Bu defa, hayatlarında öyle ya da böyle, iyi ya da kötü, kısa ya da uzun süreli izler bırakmış veya bırakacak olan erkeklere anlattılar yaşadıkları duyguları. Bir resmi imza olsun olmasın, kimi kocasına, kimi sevgilisine, kimi kaybettiği ruh eşine, kimi nefret ettiği “eski” eşine, onu terk eden sevgilisine, kimi de arayıp da hiç bulamadığı o erkeğe yazdı mektubunu. diyorlardı..

Ben de hayat yolumun yoldaşı, tüm zıtlıkları sevgiyle karıp bir kalp yarattığımız huzurlu yuvamızın direği, hayatımın anlamı Rüzgarımın varlık sebebi, hem sevgilim hem en yakın arkadaşım Gökhanım için yazdığım bir yazıyı gönderdim proje sorumlusu Banu Hanım'a...
Bugün yazsaydım daha farklı bir yazı yazar mıydım bilmiyorum.. Çok da mektup formatında bir yazı değildi belki ama format bozmaktan hoşlanan beni, Gökhan'ı, aşkımızı yani bizi anlatan ve sonuna "İmza Karın" yazabileceğim bir yazıydı ... 
Yazının kabul edildiğini bildiren e-postayı aldığımda çok heyecanlandım. Gökhan'ın haberi yoktu. Kitap çıktıktan sonra onunla D&R a gideriz. Orada gördüğümüz bir kitap gibi bakarken yazıyı gösteririm diye hayaller kurmaya başlamıştım. Ancak Banu Hanım'dan tanıtım toplantısı ile ilgili davet gelince o gün orada bana bu yazıyı yazacak duyguları yaşatan Gökhanım ile olmak istedim ve ona söyledim. Çok sevindi, heyecanlandı.. Duyguları 3. kişilerle paylaşmak konusunda pek rahat olmayan Gökhanım için bu biraz da mahcubiyet yaratacak bir durumdu tabi ;)

Dün akşam kitabımızın tanıtım toplantısında diğer sevdalı kadın dostlarımızla buluştuk. Sevgili Banu Özkan Tozluyurt 
bütün emekleri sevgiyle bir araya getirmiş ve finalde hepimiz için bu güzel organizasyonu yapmıştı. Ne kadar teşekkür etsek azdır. Çok keyifli, pozitif bir akşamdı. Çok sıcak bir mektupla kitapta yer alan sevgili arkadaşım Müge ve doğallığı, kendine güveni ve özgünlüğü ile kendine hayran bırakan Lale Ablamız ile dün akşam orada birlikteydik. Kendilerini tanımadığımız halde duygularını tanıdığımız diğer yazar arkadaşlarımızla tanıştık, kitaplarımızı imzaladık karşılıklı.. ama en çok Cem KARACA'nın eşi İlkim KARACA ile konuşurken onun insanın taa içine işleyen bakışları karşısında titredi yüreğim.. kardeşimin sesinden de dinlemeye bayıldığım "Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle" dizelerinin anlamını anladım o gözlerde..




Eve kitap yazma hayallerimi iyice perçinleyerek döndüm.. ve kalbimde iki teşekkürle:
Biri; karşı cins algımı olumlu yaratıp önce kendime sonra karşımdakine güvenmemi sağlayan, bu sayede sağlıklı ve mutlu bir ilişkiye sahip olmanın adımlarını attıran, hayatımın ilk "erkek" örneği Canım Babam'a...

Diğeri; karşı cinse, iyiliğe, dürüstlüğe, dünyaya güvenip "aşk"a inanmamı sağlayan güzel yüreklim, sıcağım, Gökhanım'a..





22 Nisan 2013 Pazartesi

102 Paket, 102 Çocuk, 102 Gülümseme...

Bir ay kadar önce 102 adet beyaz güvercin saldım gökyüzüne. Her birinin ayağında küçük birer mektup.. Geride kalan 200 çocuk gülücüğünün yanına 102 yeni gülücük koyabilmekti isteğim. Bu beyaz güvercinler uçtular uçtular... önce dost çatılara, sonra dostun dostu çatılara kondular.
Çatısına bu beyaz güvercinlerden konan evlerde mutlu bir telaş başladı. Sadece adını, yaşını ve beden bilgilerini bildiğimiz minik dostlar için alışverişler yapıldı. Ayakkabıların en güzeli, elbiselerin en renklileri seçildi. Henüz anne baba olmamışlar veya kendi çocuklarının çocuklukları çok uzakta kalmış olanlar bambaşka duygularla sardılar paketleri. Kız çocuğu olanlar erkek, erkek çocuğu olanlar kız hediyeleri alacaklarsa ne seçeceklerine şaşırdırlar. Bu güzel heyecanlar geçen hafta rengarenk paketlenen kutuların içinde bizim eve ulaştı. Evimizin bir odası yine bu iş için babacığım ve anneciğim tarafından boşaltılıp hazırlandı.. ve pazartesi gelmeye başlayan kutular, perşembe gününe kadar odamızı doldurdu. Bu rengarenk kutuları gören RüZGaR, doğum gününün geldiğine sevinmeye başlayarak Pepeli pasta istediğini söylemeye başladı :)
Cuma günü okuldan eve uçarak gelen Berfu, son kontrolleri yapıp minibüsü
beklemeye başladı. Geçen yıl da kutularımızı hiçbir karşılık beklemeden "Bu da benim hayrım olsun" diyerek taşıyan Turgay Abimiz, bu yıl okulun karşıda olduğunu duyunca bir zamanlar kucağımda taşıdığım şimdi koca adam olup baba olmaya hazırlanan oğlu Ercan'ı gönderdi. Onlarca paketi  bu genç adam Ercan'ın büyük desteği sayesinde annem ve Rüzo ile taşıdık. Geçen yıl tasarım ödülünü  kutunun altına tekerlek monte eden arkadaşım Timur'a vermiştik. Bu yıl da ödülümüzü paketin her yanına eğlenceli çalışma kağıtları, bulmacalar yapıştıran Nuray Hanım'a verdik ;)
Öğleden sonra rengarenk kutularla dolu minibüsümüzle insanların şaşkın bakışları eşliğinde yola çıktık. Bu sene de iki büyük destekçimden biri olan halamız Nurhan kendi arkadaşlarından ve iş yerinden 28 kutu toplamıştı. Okuldan önce babaannemize uğradık ve RüZGaRı bırakıp oradaki kutuları ekibimize eklenen Neşe Abla ve Peluş ile taşıyıp okula doğru yola koyulduk. Bir minibüs ve bir otomobille okula vardığımızda hepimiz çok ama çok heyecanlıydık. Güzel arkadaşım Semra Öğretmen bizi karşıladı. Bahçedeki çocukların ardı ardına gelen soruları ve meraklı bakışları eşliğinde kutuları yine çocukların desteğini alarak konferans salonuna taşıdık. Artık okullar ilkokul ortaokul olarak ayrıldığından biz de bu sene bir ilkokula gittiğimizden çocuklar çok küçüktü. Kutuları sınıflara göre ayırarak sahneye dizdik ve perdeyi kapattık.

Son dersin gelmesini beklerken okul müdürümüz ziyaretimize geldi. Kısa sohbetin ardından okul müdürümüz yoğunluğu nedeniyle ayrıldı. Günümüz Türkiye'sinde devlet okullarında böyle genç, aydın, dinamik ve iletişim yönü gelişmiş yöneticilerin de olduğunu görmek bizi hem çok mutlu etti hem de geleceğe dair umutlandırdı. Son ders zilinin çalmasıyla kalp atışlarımız
hızlandı. Derken minikler birer ikişer gelmeye başladılar. O ana kadar böyle bir organizasyondan haberleri olmadığından son derece şaşkın ve meraklıydılar. Tüm çocuklar gelince kapıları kapattık ve ben konuşmaya başladım. "Kim olduğumuzu, neden ve nereden geldiğimizi, sizi neden çağırdığımızı ve size ne söyleyeceğimizi merak ediyorsunuz değil mi?" dedim. İlkokul yıllarına has o koro halinde söylenen "Eveeeet" yanıtını aldım. O zaman kapatın gözlerinizi, dedim. Minik meraklı gözler sıkı sıkı yumuldu. Pelin ile perdeyi açtık. Açın gözlerinizi, dedim. İşte o anı görmenizi çok isterdim. Alkışlayan, zıplayan, ağzını kapatan, çığlık atan onlarca minik... İşte, dedim... İşte gerçek Çocuk Bayramı... Daha sonra sakinleşmelerini bekleyip konuşmaya başladım. Geçen yıllarda olduğu gibi orada olamayan 100 arkadaşımın selamını ilettim önce. Yaklaşan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için onlara bir sürpriz yapmak istediğimizi, 100 kişi olduğumuz için sadece 100 kişi belirlemek zorunda olduğumuzu, bu sebeple okuldaki herkesin adını küçük kağıtlara yazıp bir çekiliş yaptığımızı söyledim. Sizler, dedim. Sizler bu çekilişte adı çıkan şanslı çocuklarsınız. (Burada bir "vuuuu" sesi :) Bugünün çocukları, yarının yetişkinleri sizler bizim için çok ama çok değerlisiniz. Bu paketlerde sizler için özel olarak seçilip alınmış hediyeler var. Umarız hediyelerinizi beğenirsiniz. Çocuk Bayramınız kutlu olsun!
Yerlerinde duramayan, kıpır kıpır onlarca minik düşünün. Haydi dedik hediyelerinizi vermeye başlayalım. Ercan, Neşe Abla ve Peluş'un yardımıyla 1. Sınıflardan başlayarak boyları kadar kutuları çocuklara vermeye başladık.


Çocuklar, tutmak için ip, kurdele vs bağlanan kutuları kolayca taşırken diğer kutuları taşımakta çok zorlandılar. Önümüzdeki sene bu konuya özellikle dikkat etmeliyiz. Geçen yıllarda ilköğretim okulu olduğundan büyükler miniklere yardım etmişlerdi. Fakat artık hepsi minik olduğundan herkes kutusuyla baş başa kaldı :) Önümüzdeki sene dikkat etmemiz gereken bir diğer konu da kutularımızı süsleme konusu. Yüzde 90 oranında kaplanıp süslenmiş paketlerimizin yanında dışı kaplanmamış kutular da vardı. Dışı rengarenk kaplanmış, süslenmiş kutuların çekiciliği yanında içinde çok güzel hediyelerin olduğuna emin olduğum kaplanmamış kutular biraz sönük kaldı. Ben bir yandan önümüzdeki yıl için kafamda böyle minik minik notlar alıp bir yandan da gözlerimi bu yıl ilk defa bizimle okula gelen anneciğimin duygu dolu gözlerinden kaçırarak kutuları miniklere uzatırken "keşke" dedim yine. Keşke bu kutuları hazırlayanlar, kutularını kendi minik dostlarına elleriyle verebilselerdi.
Derken paketler bitti. Yine kardeşi, kuzeni için paket olup olmadığını soranlar oldu. Yine merakla kapıya yığılan veliler çocuklarının mutluluğu karşısında teşekkür dolu  bakışlarla el salladılar. Son çocuğu da uğurladıktan sonra derin bir nefes aldım. Son derece hızlı ve sorunsuz bir şekilde dağıtımı tamamlamıştık. Okula gelmeyen 15-20 çocuk vardı o gün. Onların kutularını da üst kattaki malzeme deposuna yine kendimiz taşıyıp bıraktık. Kapısı kitlenen bu odadaki kutular bugün sahipleriyle buluşacaklar.
Okuldan sevgili arkadaşım Semra ile karşılıklı teşekkürlerimizi paylaştıktan sonra vedalaşıp ayrıldık.. Telefondaki onlarca fotoğraf karesinin yanında yüreklerimizde ve gözlerimizdeki binlerce fotoğraf karesi ile eve döndük..
Bu güzel organizasyonu hep birlikte gerçekleştirdiğimiz onlarca güzel yüreğe binlerce teşekkür edip yazımı paketlerin teslim edilmesinden bir gün önce bizim evde yaşanmış bir anıyla bitirmek istiyorum.
Perşembe günü iki büyük destekçimden Seden, çalıştığı firmadan arkadaşlarıyla hazırladıkları 30 paketi bize getirmiş. Annem, paketlerin taşınmasına yardım ederken bir yandan da merak duygusu tavan yapan ve bütün bu hediyelerin kendisine geldiğini zanneden RüZGaRın sorularını yanıtlamaya çalışıyormuş. Sedenler gittikten sonra bu paketlerin kendisi için olmadığını kabullenen RüZGaR, peki bu paketler kimin, diye sormuş. Annem de her zamanki gerçekçiliğiyle kısaca açıklamış. "Anneannecim bazı çocukların çok fazla elbisesi, oyuncağı yok ne yazık ki. Onların bazılarının elbiseleri eskimiş, bazılarının oyuncakları kırılmış, bazılarının ayakkabıları yırtılmış. Anne babalarının da parası olmadığı için yenilerini alamamışlar ve çocukları üşür, üzülür diye çok üzülmüşler. Annenle arkadaşları da o çocuklar için elbiseler, ayakkabılar, başka sürprizler alıp bu paketlerin içlerine koymuşlar." ve RüZGaR'dan içimi sızlatan yanıt anında gelmiş. "Anneanne ben de çoraplarımı paylaşabilir miyim...."
RüZGaR bizim evimizdeki örnek.. Ben biliyorum ki yazımın başında bahsettiğim beyaz güvercinlerin çatısına konduğu her evde, önce büyükler sonra çocuklar imkanlarını hiç tanımadıkları biriyle hiçbir karşılık beklemeden paylaşmayı öğrendiler.. Paylaşmanın verdiği sihirli mutluluğu yüreklerinin taaa derinlerinde hissettiler..
 Herkese sevgi dolu bir hafta dilerim...

15 Nisan 2013 Pazartesi

Güzel Şehir.. ESKİŞEHİR

Gece geç saatlerde Haydarpaşa'dan kalkan trene binerdik. Sabahın erken saatlerinde, hava buz gibiyken inerdik Eskişehir'e. Garın duvarında kocaman harflerle "Gelin Tanış Olalım" yazardı. "Tanış" ne demek acaba, diye düşünürdüm her seferinde. Taksiye biner, halamlara giderdik. Babam uzun uzun ve keyifle çalardı zili. Sabahın 5'inde yataklarından fırlayan ev halkı bizi görünce "Sürpriiiz" diye bağırırdık. Şimdi düşününce aman ne sürpriz diyorum. Sabahın köründe zili patlatırcasına çal, zaten 9 kişi yaşayan eve 6 kişi misafir ol. Sonra da neşeyle "sürpriiz" diye bağır... Ama o zamanlar, evlendiğinden beri gurbette olan halam ve onu hep çok seven babam arasında öyle bir hasret vardı ki onların sevgileri ve özlemleri bize de geçmişti. Ve sabahın beşinde de olsa biz hep kapıyı neşeyle çaldık ve hep sevinçle karşılandık. O yılların Eskişehir'i benim için hep eğlenceli olsa da aslında küçük, kendi halinde, gelişme çabasında bir Anadolu kentiydi. En son 10 yıl önce gitmiş, o yıllarda üniversiteli olmamın da etkisiyle biraz daha gelişmiş bulmuştum ama biraz daha..
ve yıllar sonra geçen hafta yolumu Eskişehir'e düşürdüm yine. Ne ben eski bendim ne Eskişehir eski Eskişehir. Ben büyümüştüm ki yanımda oğlum vardı ama Eskişehir de benimle büyümüştü. Dört gün için planladığım bu gezide konağımız tabi ki halamların eviydi. 6 çocuğu olan, çocukluğumda her odasında ayrı kahkaha ve kargaşanın yükseldiği ve benim o kalabalığa çok özendiğim evde, gündüzleri  halam tek kalmıştı.. Kızlar ya evlenmiş gitmiş ya da iş hayatına atılmıştı. 2 metre 2 santim boyuyla evin en ufağı olan Burak da üniversite eğitimi için Ankara'ya gitmişti. Babaaanne ve dede de rahmetli olunca halam mutfakta radyosuyla baş başa kalmıştı.

Annem ve kayınvalidemi alıp RüZGaR için bir ilk olan otobüs yolculuğu ile pazar akşamı Eskişehir'e vardık. O akşam sohbet edip hasret giderdik ve pazartesi sabahı gezimize başladık:


1. Gün: ODUNPAZARI EVLERİ, HAMAMYOLU, ŞEHİR MERKEZİ

10 dakikalık bir minibüs yolculuğu sonunda renkli renkli evlerin sıralandığı cadde üzerinde inip yukarı doğru yürüdük. Odunpazarı Evlerinde sırasıyla Atlıhan El Sanatları Çarşısı,


 Külliye, Lüle Taşı Müzesi, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi,

Osmanlı Evi, (Balaban yemek için) Köfteci Ahmet

çok tatlı bir çiftin işlettiği, ev sıcaklığını veren Malhatun Konağını gördük. Atlıhan'dan lüle taşı minik bir fil, Külliye'den de bir magnet aldık. Meydandaki at arabası heykeliyle oynamayı ihmal etmedik.
Buradan çıkışta da yürüyerek çarşıya indik. Parklarda güvercinleri yemleyip onlarla oynaştıktan sonra Hamam Yolundan geçip Türkiye'deki tek bayan nalbur olup bu alanda da son derece başarılı olan kuzenimin Reşadiye Semtindeki dükkanına gittik. Eskişehir'de bir nalbur işiniz olursa adres belli: Günay Yapı ;)
İlk gün böyle tamamlandı, yorgun argın eve döndük. Tabi ben akşam Rüzo'yu anneme satıp akşam kuzenlerle dışarıda yemek yemeyi ihmal etmedim. Hatta araya kahve falı bile sıkıştırdık :)






2. Gün: ADALAR, ŞEHİR MERKEZİ, HALLER GENÇLİK MERKEZİ
Güne şehir içinde Kahve Ateşi'nde kahvaltı ile başladık. Kahvaltıdan sonra yürüyerek Haller Gençlik Merkezine geçtik.

Eğer yolunuz Eskişehir'e düşerse burayı mutlaka ama mutlaka görün. Küçük ama çok güzel bir mekan. Eskiden yıkık perişan durumda olan bu hal binası şimdi muhteşem bir Gençlik Merkezi olmuş. Cafeler, restoranlar, dükkanlar. İçinden tiyatro sahnesine geçiş var. Kahverengi dekorasyonu hiç sevmeyen ben bile çok ama çok sevdim bu güzel binayı. Haller'de canım Figen Abla ile buluşup öğle arası kahvemizi içtikten sonra onu üniversiteye kamerasının yani işinin başına yollayıp Adalar'a geçtik.

Köprülerin üzerinde fotoğraf çektirdik. Kitapçılardan kitap aldık. Parklarda dinlendik. Yürüyüşü Sensus
Şarap Evi'nde sonlandırdık. Birer kadeh buz gibi pembe şarap içip peynir tabağındaki lezzetli peynirlerden tattık. Baktım Altın Kızlar gevşedi hadi dedim kalkın Pino'ya gidiyoruz, yemek vakti. Yine yürüye yürüye Kıratlı'nın karşınındaki Pino'ya vardık. Meşhur Pino'nun meşhur hamburgerinden yedik. Yemekten sonra yağmurda koştura koştura bir taksiye bindik ve eve bir gün öncekinden daha yorgun olarak döndük.



3. Gün SAZOVA BİLİM ve SANAT PARKI, KENTPARK, ŞEHİR MERKEZİ

İki gün nanemolla takılan hava 3. gün yüzümüze güldü ve güneş öğleden sonraya kadar pırıl pırıl parladı. Biz de Eskişehir gezimizin en keyifli gününü Sazova Bilim ve Sanat Parkı'nda masal şatosu ile korsan gemisinin arasında, göletin yanında, çiçeklerin ağaçların arasında doya doya yaşadık. Eğer buraya gitme şansınız olursa hafta içi bir gün gidip kahvaltınızı da bu park içindeki Kocatepe'de yapın. Bu park anlatmakla bitmez, kelimeler yetmez. Görmek lazım ;)
Bir diğer park da Kentpark. Sazova'ya göre biraz daha sönük kalsa da yürüyüş, sohbet ve doğayla iç içe bir mola için son derece keyifli bir yer. Bu parklardan sonra yine şehir merkezi ve Posta Pide'de yemek.. Pideleri çok güzel, önerilir ;)

4. Gün FERAH HAMAM ve EVE DÖNÜŞ
3 gün dolu dolu gezip haşat olunca dedik madem buralara geldik eve gitmeden yorgunluğumuzu Eskişehir'in meşhur hamamlarından birinde atalım. Hiç hamam kültürü olmayan benim için farklı bir deneyim diyelim. İlla hamama gitmek isteyenler için Ferah Hamamı önerip bu kısmı geçelim..
ve veda.. teşekkürler, selam yollamalar, hediyeler.. Halamlar dışında ziyaret ettiğimiz dayımız ve Nadişimizi de görme mutluluğu. Tüm güzel şeylerin yanında yine de gurbetin verdiği ince bir sızı.. sarılmalar, öpücükler, veda..
ve oğlumla gurur duymamı sağlayan sorunsuz bir otobüs yolculuğu sonunda babamıza, dedelerimize kavuşma..
Dolu dolu geçen Eskişehir gezimizden mutlu anılar ve fotoğraf kareleri ile dönme..
Uzakta sevdikleri olan herkesin, yolunu o uzaklara keyifle düşürmesini dilerim..
İyi haftalar ;)



5 Nisan 2013 Cuma

İyi Baharlar ;)

Mevsime uygun giyinememe sezonumu bir hafta önce açtım ancak bugün güneş, beklentimi karşılayacak şekilde kocaman parlıyor.. 2 yıl önce bu günlerde asker olan kardeşimi görmek üzere Van'a gitmeye hazırlanıyorduk. Baharın en güzel halini orada Akdamar Adası'nda göreceğimden habersizdim tabi. Bu yüzden baharın enerjisine ihtiyaç duyduğum zamanlarda yandaki fotoğrafın olduğu albüme bakarım.. Van'daki "martıları" düşünürüm her seferinde.. Doğunun da doğusunda martı görmenin bize neden tuhaf geldiğini sorgularım..  Boğazdaki martı ile Van'daki martıyı buluştursam neler anlatırlardı birbirlerine diye düşünürüm. Ayrı coğrafyalarda yaşayıp birbirinizin şartlarından habersiz olsanız da unutmayın sonuçta ikiniz de "martı"sınız, demek isterim.

Bugün cuma.. ve bu cuma, sadece hafta sonu tatilini değil gerek vücudumun gerek kafamın son derece ihtiyaç duyduğu bir haftalık nisan ara tatilini de müjdeliyor..
Akşam can dostlarla yemeğe gideceğimi, 50 yıl sonra da aynı duygularla tokuşturmak istediğimiz kadehlerimizi manzaraya karşı tokuşturacağımızı düşündükçe heyecanlanıyorum..
Ve pazar günü, haftalardır planladığımız gezimiz için Rüzgar'ım, canım annem ve bitanecik kayınvalidemle Eskişehir'e doğru yola koyulacağımızı, içinden Avrupa geçen bu güzel kenti bir kepçe misali gezeceğimizi, bütün bunların dışında en güzeli de sevgili halamı, canım kuzenlerimi ve diğer dostları göreceğimi, muhtelemelen uzuuun uzunn sürecek sohbetlerle hasret gidereceğimizi düşündükçe kendimi gülümserken buluyorum.
Altın Kızlarla Eskişehir turundan notlar ve güzel anılarla döndüğümde, beni hem evde hem işte çok ama çok yoğun bir iki buçuk ay bekliyor.. Kendimi tazeleyip dönmeliyim..
Tazelik demişken..
Bahar, diyorum.. Ne güzel şey, değil mi?
Sevdiklerimizle huzur içinde geçecek nice güzel baharlar görmemizi, umut tohumlarını bahar yağmurlarıyla yeşertmemizi dilerim..
Herkese "iyi baharlar" ;)

22 Mart 2013 Cuma

Bu Umut Yoluna 100 Gülücük Daha Koymaya Var mısınız?


Güzel, umut dolu bir yoldan geliyoruz biz.. İlk taşını bolca heyecan ve biraz kaygı ile koyduğumuz bugün arkamızda 200 sevgi taşı bıraktığımız bir yol..
İki yıl önce soğuk bir kış akşamında üç kişilik yuvamızın anne babası olarak sıcak bir düş kurduk.. Her şey o düşteki "keşke"lerle başladı. Önce biz inandık, sonra en yakınlarımız, daha sonra onların yakınları.. Halka halka yayıldı bu sevgi ve umut dalgaları..
KeŞKe demiştik o akşam.. Keşke en büyük amacı kendi çocuğumuzun yüzünü güldürmek olan biz; hiç bilmediğimiz bir yerde bilmek istemediğimiz koşullarda yaşayan, hayatlarına kömürün karası sokağın tozu yoksulluğun gölgesi düşmüş bir çocuğu belki bir kerecik de olsa gözlerinin taaa içinden güldürebilsek.. Konuşurken fark ettik ki bu sadece bizim dileğimiz değil..Yakınlarımızı düşündük. Ailemizi, dostlarımızı, arkadaşlarımızı.. Emindik onlarında bu dileğe ortak olacağına.. ve o büyülü şeyi yaptık "organize" olduk..
Yazımın başında bahsettiğim yolun ilk taşları o yılbaşında döşendi.. Tam 100 çocuğun heyecan, umut ve şaşkınlık dolu bakışlarıyla buluşacak 100 güzel paket hazırlandı ve çocuklara verildi.. Öyle inandık ki kendimize, durmadık.. Baharın kapımızı çaldığı nisan ayında Çocuk Bayramında, başka 100 çocuk için sardık paketleri..
Bugün arkamızda bilmediğimiz bir yerlerde 200 güzel gülücük var.. 200 çocuk gülümsemesi..
Şimdi mart ile nisanın kavga ettiği ve kazananın nisan olacağına emin olduğumuz bugünlerde çalmaya başladı telefonlar.. Nisan geliyor, Çocuk Bayramı yaklaşıyor... "NE YAPIYORUZ?"
O halde dinleyin dostlarım :
Bolu'da bir sempozyumda tanıştığım, güleryüzünden öğrenme ve öğretme aşkı yayılan Semra Öğretmen bu seneki okulumuzla buluşturuyor bizi.. Çocuklar için hazırlanacak kutuları geçen sene olduğu gibi bu sene de canım arkadaşım Cenkeri karşılıyor. Okulumuzun adını vermiyoruz yine, zaten kimse de istemiyor.. Çünkü "güven" üzerine kurulu bir paydaşlık bizimkisi..
Listemiz hazır.. Bu seneki çocuklarımızın hepsi ilkokul öğrencisi. 7-10 yaş grubuylayız yani. Paket hazırlamak isteyenler beni arıyor ben listeden bir çocuğun ad, yaş, boy, kilo, ayakkabı numarasını veriyorum. Sizlerle bir şekilde görüşüp 40x30x30 cm boyutlarındaki kutulardan veriyorum size. Daha sonra siz kendi seçtiğiniz çocuğunuz için paketinizi hazırlamaya başlıyorsunuz. Pakette mutlaka olması gerekenler şöyle:

  • Bir çift ayakkabı 
  • Bir çift çorap
  • Bir alt bir üst kıyafet
  • Can, İş Bankası, Yapı Kredi, Günışığı veya TÜBİTAK Yayınlarının herhangi birinden alınmış bir kitap (bu yayınevleri dışında olmasın lütfen)
  • ve mutlaka ama mutlaka bir mektup.. Onun adına, onun için yazılmış kısacık da olsa bir mektup. (Kendi adınızı mutlaka yazın ancak soyadınızı, iletişim bilgilerinizi yazıp yazmamak sizin tercihiniz.)
  • Bunlar her pakette mutlaka olması gerekenler ama bunlar dışında şeker, çikolata, toka, farklı kırtasiye malzemeleri, iç çamaşırı, başka kıyafetler, terlik vs istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz. 

Hediyeleriniz hazır olunca paketinizi süsleyip hazırlıyorsunuz. Üzerine gönderdiğiniz çocuğun adını, soyadını ve sınıfını yazıyorsunuz ve paketi en geç 15 Nisan Pazartesiye kadar bana iletiyorsunuz.. Gerekli organizasyonu yapıp 19 Nisan Cuma okula gidiyoruz. Bu arada çocukların o güne kadar hiçbir şeyden haberi olmayacak. İsteyen herkes o gün bizimle okula gelebilir. Tarih yaklaşınca size haber vereceğim.
Bu organizasyona yeni katılacaklar, geçen yıl neler yaptığımızı görmek isterlerse aşağıdaki sayfalara ve fotoğraflara bakabilirler:


Şimdi üçüncü mektubumu gönderip umut güverciniyle sizlere,
sizden aslında "bizden" haber bekliyorum...
Sevgiyle..


12 Mart 2013 Salı

Her Şeyin Başı Sağlık!

Ben bir heves; nasıl olduysa çoluklu çocuklu kuzenlerimle çoluksuz çocuksuz buluşmamızı, bu buluşmanın keyfini, aynı buluşmanın akşamında bir de sevdiceğim Gökhan'ımla aylaaar belki yıllar sonra sinemaya gidişimizi ve çook beğenerek izlediğimiz, nice güzel alt mesajları olan "Hükümet Kadın" filmini anlatacaktım..
Olmadı.. Bugün yazayım, birazdan yazayım, şu işi bitirip yazayım derken salı günü Gökhan'ımın ani rahatsızlığı ile gittiğimiz hastanede bir iğne bir serum ile evimize döneriz umutlarımızı söndürerek 4 gece kaldık.. Gökhan'ımın vücüduna giren mikroplar diyare, bulantı, ateş üçlüsü ile saldırıya geçip "koca" kocamı yataklara düşürdü.. İstanbul genelinde salgın varmış ki aynı durumda 4-5 kişi daha yatıyordu hastanede.. Neyse ki 4 günlük bir hastane sürecinin sonunda ikimizde sağlıklı şekilde haftaya başladık..
Hastanedeyken bol bol düşünme fırsatım oldu..
Neler mi düşündüm?
Bunları:
- Anne ve babalar, hasta olduğunda hastalık derecesi ne olursa olsun "aman iyi ki çocuğum hasta değil" diye sevinen garip canlılarmış... bazı şeyler gerçekten anne / baba olunca anlaşılırmış..
- Sevdiğinle "Ah şöyle baş başa birkaç gün geçirsek.." diye evrene mesaj gönderirken "yer" bildirmek de gerekiyormuş. Hastanedeki ilk gecemizde, yanımda kolunda serumla yatan Gökhan'ımla baş başayken bunu düşündük ve güldük..
- Kaç yaşında olursan ol anne, babanın gözünde hep küçük, hep "bilmez"mişsin.. doktora neler söylemem gerektiğini tekrar tekrar tembihleyen babam, ne yenilip içilmesi gerektiği konusunda mini seminerler veren kayınvalidemin gözünde bizim küçük ve "bilmez" olduğumuz gibi ;)
- bir üst maddenin devamı olarak kaç yaşında olursan ol hep anne, babana ihtiyaç duyarmışsın ;))
- öğretmen çocukları gerçekten de nerede, ne şekilde olursa olsun işlerini düşünürlermiş; hastane odasını laptop, ipad, telefon teşkilatıyla ofise çevirirlermiş,
- kitap, her yerde her koşulda yanında olan en yakın arkadaşmış.. dinlemez ama dinlendirirmiş..
- dostlar, arkadaşlar, sevenler sevilenler... güç verirmiş, güven verirmiş..
- ve sağlık.. tabi ki ennn önemli şey imiş..

Bu bol lodoslu haftanın baş ağrısız, sağlıklı geçmesi dileğiyle..
Gülücükler ;)


26 Şubat 2013 Salı

İYİ Kİ DOĞDUN RÜZGAR!

Bugün 26 Şubat 2013... Fakat ben şu dakikalarda üç yıl önce bugünü yaşamaktayım yine..
3 sene önce bugün hayatımın en heyecanlı sabahına sevdiceğimle uyandım.. Sabahın ilk saatlerini beş karış suratla geçiren Gökhanım bile gülümseyerek başladı güne.. Yavaşça doğruldum yataktan zaten istesem de hızlı hareket edemezdim.. Gökhanın desteği ile ayağa kalktım.. Aynada uzun uzun baktım kendime.. "Milat geldi çattı, milattan önceki haline son kez bak Berfu!" dedim... Göbekli son halim zannedip izledim kendimi ;) Sonra duş, saçlara fön tabi hep Gökhanımın yardımıyla..
Sözleştiğimiz gibi 7'de bizim evin önünde oldu ailelerimiz.. Herkes bir heyecanlı, bir gergin.. En çok da babam gergin, malum benim babam ;)
Üç araba önlü arkalı gittik hastaneye.. Yatış işlemleri.. Bileğime mavi bir bant taktı ve odaya aldılar..
Sonra iyi günde, kötü günde yanımda olan canlarım gelmeye başladı.. Merco, Bülo, Feri, Onur, Nilay, Ertuğrul, Evren, Ergül (karnında Alya:), Burcu, Ozan...
Halamız Nuriş ile teyzemiz Merco odayı süslemeye başladılar.. Dayımız Beko ile Gökhan gözleri bende dolanıyorlar ortada.. Nilay doğum fotoğrafçısı teyze, Ertu kirve amca olarak görev yerlerindeler... Ferizat ile pek göz göze gelmemeye çalışıyorum çünkü ağlayabilirim... Onur yine sakin sakin oturmakta, arada bana göz kırpmakta.. Ergül 8 aylık hamile olarak bir demo gibi izliyor odayı, Evren sabahın köründe onu oraya dikmeme rağmen yine komik yine komik ;) Burcuşum ve Ozancık iki küçüğüm ellerinde fotoğraf makineleri anları yakalıyorlar... Dedeleri göremiyorum onlar hep "hava almaya" çıkmışlar.. Annem ve Meral Annem fırtına öncesi sessizliği dinler gibiler..
Biz böyle kah gülüşüp kah duygusallaşırken hemşireler geldi.. Herkesi dışarı çıkardılar.. Beni hazırladılar, sedyeye aldılar.. Gidiyorum artık.. RüZGaR'ı getirmeye gidiyorum..
Kapının önünde bir kuyruk, herkesle "nedense" vedalaşıyorum... Babamı soruyorum ısrarla kuyruğun sonunda görüyorum onu.. İlk önce annemi, en son babamı öperek geçiyorum asansöre.. Kapıda en son Merco'mu görüyorum.. Gökhan ve Nilay da biniyor asansöre, sessizce aşağı iniyoruz..
Hayatımda ilk defa ameliyathane görüyorum. Çok da korkunç değilmiş ;) Müzik dinleyen, başında rengarenk bandanalar olan personeli izliyorum.. Herkes bana karşı çok ama çok özenli davranıyor. Mucit tipli anestezi doktorumuz geliyor. Onu görünce biraz daha rahatlıyorum.. Ama esas beklediğim canım doktorum Evrim.. Onu bir görsem, esas o zaman rahatlayacağım..
Uyuşturma işi de bitiyor. Beni uzatıp o çadırımsı şeyi kuruyorlar.. Ben kurulmuş gibi 2 dakikada bir "Eşim de gelecek, biliyorsunuz di mi?" diye soruyorum. Her seferinde gülümseyerek "Evet biliyoruz, eşiniz de arkadaşınız da hazırlanıyorlar. Merak etmeyin." diyorlar.
Derken Evrim geliyor.. Canım doktorum.. 9 aylık bu yolculukta profesyonel yoldaşımız... Yine pozitif, yine rahat.. "Naptın Berfu tribün yapmışsın yukarıda. Gelecektim yanına hemşire hanımlar gitmeyin çok kalabalık dediler." diyor. Gülüşüyoruz.
Gökhan ve Nilay'ı alıyorlar içeri. İkisinin de kalp seslerini duyuyorum resmen.. Nilayım başlıyor çekimlere.. Gökhan'ı yanıma oturtuyorlar. Elimi tutuyor.. Hayatta iyi günde, kötü günde diye söz verirken ne kadar dürüstmüşüz diyorum bir "iyi ki" ekleyerek başına..
Ve işlemler başlıyor. Hiç bir acı hissetmiyorum.. Ama kalbim yerinden çıkacak gibi.. Nefes almaya bile cesaretim yok..
"Hazır mısın?" diyor Evrim.. "Evet" derken aslında bunun asla hazır olunacak bir şey olmadığını bilmiyorum tabi.. neye hazır olup olmadığımı bilmediğim gibi.. bir çığa kapılmış, sürükleniyorum sanki..
9'un uğuru beni buluyor.. Saatler 9.27'yi gösterirken "Rüzgar geldiiii." diyor Evrim, o tatlı sesiyle.. ve birkaç saniye sonra bir ağlama duyuyorum... ben ne ara ağlamaya başladım anlamıyorum.. Gökhan oturduğu yerden gözlerini ayırmadan onu izliyor.. Yani RüZGaRımızı ilk defa babası görüyor.. "Nasıl?" diye soruyorum.. "Güzel" diyor, gözlerini ayırmadan..
Sonra getiriyorlar onu.. Öyle garip bir şey ki.. Yavaş çekim bir film karesi gibi.. İlk gördüğüm anı hem unutamıyorum, hem hiçbir ayrıntı hatırlamıyorum.. Ne gördüğümü unuttum ama ne hissettiğimi ömür boyunca unutamam..
Göğsüme koyuyorlar.. susuyor.. anneliğin sihiri orada başlıyor..


Sonra tekrar hızlanıyor film.. Gökhan'ı, Nilay'ı ve oğlumu çıkarıyorlar.. Evrim, ameliyatı bitiriyor. Ben dışarıdakilerin RüZGaR'ı gördüklerinde ne yapacaklarını hayal etmeye başlıyorum.. İlacın dozu artıyor, bir uyku hali çöküyor.. Derken bitiyor ameliyat. Her şey çok güzel. Yukarıda görüşürüz diyor Evrim, gidiyor..
Beni tekrar asansöre bindiriyorlar.. Yukarı çıkıyorum.. Pınar'ı görüyorum ilk. "Berfu çokk güzel, Berfu çokk güzel" diyor ağlayarak.. Yine yetişememiş buluşma saatine, ben doğuma girdikten sonra gelmiş demek ki, diyorum. Geldiği için çok mutlu oluyorum.. Birsen Teyzemi görüyorum yatağın ucundaki sandalyede oturuyor.. Herkes yanımda öyle güçlüyüm ki..  Ağlıyorum, ağlıyorlar, ağlıyoruz..
Derken içeri Çiler giriyor koşturarak.. Yolda başlamış ağlamaya belli ;)
Sırayla sarılıyoruz, hep birlikte gülüyoruz.. Gökhan tebrikleri kabul ediyor..Sonrası her annede olduğu gibi.. İlk emzirme kaygıları, gelen her ziyaretçinin yaşattığı mutluluk, kapının önünde çoğalan çiçekler..
Ben her 26 Şubatta tekrar yaşıyorum o günü.. Candostlarımdan o gün orada olamayanlar vardı ama oradakiler her zaman olduğu gibi yine hayatımdalar.. Her 26 Şubatta tekrar tekrar pekiştiriyorum dostluklarını..


Ben anne olurken;
Anneanne olan; o günü "Erik çiçek açtı" diye tanımlayan annelik yükümü taşımada en büyük ortağım, RüZGaRımı büyütüp yetiştiren canım annem,

Dede olan; hayallerine, hayatına bizim için tatlı bir es veren RüZGaRımı yediren, gezdiren, uyutan, yıkayan canım babam,

Babaanne olan; tüm ilgili ve enerjisini bitmek bilmez bir sevgi ve sabır ile RüZGaR'ıma akıtan sevgili Meral Annem,

Dede olan; adını oğluma verdiğimiz, RüZGaR'a bakarken gözlerinden gurur fışkıran, koltukta masada yerini torununa bırakan sevgili Mehmet Babam,

Dayı olan; kız mı olacak erkek mi bahislerinde "benim hayallerimi gerçekleştirmem için kız veya erkek olması fark etmiyor" yorumu ile yaramazlığın sınırlarını zorlayacakları sinyallerini veren, tüm yasaklarımı delip geçen, RüZGaR ile en hareketli oyunları oynayıp üzerindeki takım elbiseye aldırmadan onunla yerlerde yuvarlanan, en son yeğenine ayakkabı dolabına nasıl tırmanacağını öğretirken yakaladığım canım kardeşim,

Hala olan; Gökhan'ın baba olacağını ilk söylediği kişi, o meşhur kahkahası, arkası kesilmeyen heyecan verici hediyeleri, RüZGaaaaR diye attığı çığlıkları, telefon, tuvalet aynası dahil olmak üzere her şeyi RüZGaRın hizmetine sunması ile onu kendine aşık eden canım kız kardeşim...

ve..
Baba olan;
RüZGaRın varlığının muhteşemliğini benimle paylaşan yoldaşım, gücüm, sevdam..
Gökhan'ım...

26 Şubatları her zaman, hep birlikte kutlamak dileğiyle.. Hepinizin yüreğinden emin olarak hepimiz adına, şükranla haykırıyorum hayata:

İYİ Kİ DOĞDUN RÜZGAR!!!

12 Şubat 2013 Salı

Pıno....

Onu yazmak öyle zordu ki, yazamadım yıllardır.. Fakat bugün, 34 yaşını tamamladığı tam bugün, ömrümün yarısı dolu dolu onunla geçmişken artık yazmalıyım, dedim.. İyi ki doğdun Pıno...


Dikenli ve çok güzel bir güldür Pıno... görenler gözünü alamaz, maviliğine şaşarlar.. kırmızı güller gülistanında tek mavi güldür çünkü... rengini dostuna gösterir, dikenini kendine batırır... hep kendi kendini kanatır Pıno...
Geniştir gönlünün bağı bahçesi, renk renk çiçek tür tür otlar büyütür... göğü bülbül doludur ama hep yalnız ağlar Pıno...
Neşesi bulaşıcıdır, tutar elinden katar seni halaya..  bir güler, yedi mahallede duyulur... en bulutlu günde muzip bir güneş gibi doğar Pıno...
Bir yanı hep çocuktur, çocukluğumdan kalmadır, anılarımdır... bu yüzden her bir araya geldiğimizde iki çocuk oluruz yeniden.. saçma şeylere güler, gerçek şeylere ağlarız... benden üç yıl önce doğmanın ve benden önce anne olmanın tüm üstünlüklerini kullanır günü abla olarak kapatır hep.. bu yüzden artık 30 yaşında ve çalışan biri olmam umrunda olmadığından ayrılırken her seferinde "paran var mı" diye sorandır Pıno :)
Güzeldir sesi, gözlerini kapatır türkü söylerken... Eskiden bağlama da çalardı, küstürdü sazını Pıno.. ben onu hep pencerede saz çalıp mahalleye konser verirken hatırlarım oysa.. İşte böyle, her hatırladığımda yüzümü bir şekilde güldürendir Pıno..
Delidir... Deli mavidir.. Bildiğin deniz gibidir.. Gün olur kabarır dalgalarında kaybolur, gün olur sakinler oynaşır çakıllarla .. Ama her yakamozda dalar uzaklara Pıno..
Sığmaz... odaya, eve, mahalleye, şehre, ülkeye, dünyaya sığmaz Pıno... dünyanın en acemi yalancısıdır...  tarihleri unutur, buluşma saatini unutur, sayıları unutur çünkü niceliğe değil niteliğe aşıktır Pıno...
Saçları uzun, gözleri derindir...
anası karanfil, aslı kekiktir,
bir dalı turna, bir dalı topraktır,
göklere değer, uzanır Pıno...
kızım, ablam, kardeşim, dostum, sırdaşımdır Pıno...


24 Ocak 2013 Perşembe

Uğur'lar Olsun...

20 yıl önce olduğuna göre demek ki 10 yaşındaymışım Uğur Mumcu öldüğünde... Babam ve annemin üzüntüsünü görmüş, çok iyi birinin öldüğünü anlamıştım. Annem ve babam arkadaşlarıyla Cağaloğlu'na gittiler, Cumhuriyet gazetesinin orada yürüyüş olacaktı. Ben de geleyim, dedim. Olmaz, dediler.. biraz merak en çok da gezme isteğiydi aslında gitmek isteme sebebim. Annem ve babamı oraya götüren sebebi anlamayacak kadar küçüktüm çünkü..
Şimdi 30 yaşında bir kadınım... 3 yaşında bir çocuğu olan, ülkesinin tüm çocukları için güzel, aydınlık ve özgür yarınlar düşleyen bir öğretmenim aynı zamanda... ve bugün ne gariptir ki yine Cağaloğlu'nda olan okuluma gelirken 20 yıl öncesini düşündüm... yüreğimde o gün annem ve babamı bu yokuşa getiren kaygıya çok benzer kaygılarla.. O gün "Ben Atatürkçüyüm, ben Cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben antiemperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım, ben özgürlükçüyüm, ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır!" diyen adamın gerçekten parça parça edilerek öldürülmesinin yarattığı hüzün bugün benim ve benim gibilerin gözlerinde... Biz o parçalardan doğan "onun" gibileriz belki de...
80'lerde yaşanan acıları dinleyerek büyümüş ben, oğluma 2000'lerde yaşanan acıları anlatmak istemiyorum... Oğlumu aydınlık, çağdaş, özgür bir ülkede vatan sevgisiyle büyütmek istiyorum...
Ve bir selam yolluyorum hüzünlü bulutlara, inadına umutla...