27 Temmuz 2016 Çarşamba

Bir Yaş Daha Beraber...

Yaşın 36 olmuş öyle diyor takvimler, sen benim gözümde hep 24... 
Göbek yapmışsın tartılara bakılırsa sen benim gözümde hep dar keten gömlekler... 
Saçları döküldü diyor aynalar, olur mu onlar aslan yelesidir geriye taralı...
Geceleri sevmiyor artık beni kullanmayı diyor araban, gözleri yoruldu yoksa nice karanlık geceler döndük uzun yollardan... 
İki kulaçta yoruluyor diyor dalgalar, 2 gün yüz üçüncü gün Midilli'ye kadar yüzersin biliyorum. 
Daha yavaş içiyormuşsun artık, kadeh saymak eskidendi şimdi tadını almayı öğrendik herhalde... 
Sigarayı azaltmamışsın bu konuyu geçiyorum.
Trafikte atarın artmış uzun kornalar çalıyormuşsun her seferinde, bak işte bu yaşlılıktan ;)
Yıllar içinde değişiyor tabi bir şeyler ama sıcaklığın, dürüstlüğün, samimiyetin, sevgi doluluğun, güvenirliliğin hep aynı kalıyor... 
Yaşın bugün 36 ama 86 olduğunda da ben seni takvim, tartı ve aynalardan bağımsız görecek, seni hep sen 24 ben 22 miş gibi seveceğim...

Doğum günün kutlu olsun sevdiğim, bir ömürlük "iyi ki"m...

25 Temmuz 2016 Pazartesi

KİRAZE / Solmaz Kamuran

Aynı anda bir sürü kitap almaya bayılırım. Kendimi kaybederim kitapçılarda... Bütün kitaplara dokunmak, hepsini alıp bir iki satırını okumak isterim. O anda almaya karar verdiğim kitapların yanı sıra bir de dost tavsiyesi aldığım kitaplar da olur mutlaka kucağımda. En keyifle okuduklarım da dost tavsiyesi olanlardır zaten. İşte Facebook üzerinden sorunca tavsiye edilen kitaplardan biri "Kiraze". Kitapkurdu dostlarım Başak ve Lale'nin tavsiyesi.
Daha önceden de "Minta"sını okuduğum Solmaz Kamuran'ın "Kiraze"si de Minta kadar keyifliydi. "1492 yılında İspanya'dan kovulan binlerce Sefarad Yahudisinin çileli yaşam mücadelesinden yüzyıllık bir kesit." Romanın baş kahramanı Ester Kira yani diğer adıyla Kiraze... İspanya'da doğup acılarla dolu hayatını biraz olsun mutluluk ve huzur bulduğu İstanbul'da aldığı acı haberle sonlandıran Raşel'in kızı Kiraze...
Arka kapağında "Bu roman Sefarad Yahudilerinin yaşadıklarına ışık tutarken o dönemde Osmanlı ve Avrupa saraylarının dinsel, siyasal ve toplumsal hayatı nasıl etkileyip kontrol ettiğini sergiliyor ve okuru derinden sarsan muhteşem bir resim çiziyor.
Neler yok ki bu resimde: Sultanların ve kralların gerçek yüzleri... Batı-doğu, müslüman-hristiyan çekişmeleri, ölümcül entrikalar... İsyanlar, ayaklanmalar, yangınlar ve 1509 Büyük İstanbul Depremi... Lalalar, cariyeler, odalıklar... Aşk, seks, ensest... ve yönetilenlerin tüyler ürperten kaderleri...
"Kiraze" bu konuda bir Türk yazarın kaleminden çıkmış ilk roman..." diye özetlenmiş bu keyifli romanı ben de dostlara öneriyorum...

Bol okumalı, çok anlamalı bir hafta dilerim herkese...
Sevgiler

13 Temmuz 2016 Çarşamba

"Her şeyin herkesleştiği / Herkesin her şeyleştiği" Dünyada Farklı Kalabilenlere...

İnsanın hayatta "hem bu kadar aynı, hem bu kadar farklıyız" diye tanımladığı kişi kardeşinden başkası olamaz herhalde... Ben de kardeşimi aynen böyle tanımlarım...
Bazen bakıyorum o kadar aynıyız ki. Aynı duygular, aynı noktaya takılmalar, aynı tepkiler, aynı değerler, aynı anılarla hüzünlenip aynı anlarda gülme krizine girmeler, aynı istekler... aynı "iyi ki"ler, aynı "keşke"ler...
Temeldeki aynılıklarımızın yanında bir de farklılıklarımız var... Tamamen zıtlıklarımız... hep farklıydık dediklerimiz.. zevklerimiz, korkularımız, coştuklarımız, aldıklarımız, verdiklerimiz.. Ben ne kadar tesis insanıysam o, o kadar insan eli değmemiş yerlerin... ben sokakları severim; irili ufaklı kafeleri, kalabalık arnavut kaldırımları, uğultuyu, denize bakan masaları... o ise ormanları, patikaları, sırtta taşınan kamp sandalyelerini, sessizliği... Ben çamurlu yerlere basmadan yürürüm, o çamurlu suyun ortasına bastığında çıkan cump sesine bayılır... Ben yabani hayvanlardan korkarım, o hayvanın insandan daha masum olduğuna inandığı için içindeki hayvanı öldürmüş insanlardan korkar... Ben herkesi sevmeye çalışırım, o seçtiklerini sever... Ben mümkün olduğu kadar planlamaya çalışırım hayatı o aklına estiğini yaşar... Ben şarkıları sever söylerim, o kendi şarkılarını yazar söyler. Ben köpekleri severim, o köpeklerle yaşar... 
Küçükken o korkunca bana koşardı, büyüdük korkan ben oldum kollayan o oldu... 
Geçen gün uzun zamandır baş başa bir şeyler yapmamanın verdiği özlemi gidermek için onu evde beklerken arayıp "spor ayakkabılarını giy seni bir yere götüreceğim" dediğinde şaşırmadım. Kamyonete benzer kendi gibi iri arabasıyla kapıya geldiğinde programımız başladı. Tabi ki yolumuz Alemdağ Ömerli yönüneydi. Önce bir şeyler atıştırdık sonra "Hadi tontiş, seni biraz yürüteceğim." dedi, son yıllarda aldığım kiloların baş dalga geçicisi olarak. Belli bir noktaya kadar bildiğim yollardan gittik sonra birden dağa taşa vurulmaya alışık arabasını çevirdi çakıl çukur bir yola. Bir düzlükte durduk. İndik arabadan, kamp sandalyelerini çıkardı aldı sırtına başladık yürümeye. Yürüdük yürüdük. Hayallerimizden, umutlarımızdan, hayatlarımızdan konuştuk. 
Sonra birden saklı bir cennet gibi muhteşem bir manzara ile karşı karşıya kaldık. Ben önce bir süre şok oldum sonra şehrin hızından yorulan her insanın güzel anları saklama arzusuna uygun olarak fotoğraflar çektim hemen. Bir süre göl kenarında yürümeye devam ettik. Koyu gölge yolda güneş gözlüklerimi çıkarmadığım için söylendi arada. Küçük sinekler gözüme giriyor ne yapayım dediğimde yine kendine özgü bir yanıt gecikmedi "İyi işte, ya sinekler büyük olsaydı. Bu kadar rengin olduğu yere gelip yine gözlükle geziyorsun!" 
Yürürken bir yer bulduk hadi dedim burada oturalım. Aşağı gölün kenarına doğru dik yamaçtan inerken, tutunduğum omzun sahibi kardeşim... Roller nasıl da değişiyor. Bir gün bir yerlerden geçerken, inerken, çıkarken Rüzgar tutacak elimden, düşünmeden edemedim.

Neyse indik gölün kenarına ama resmen büyülü bir sahne gibiydi. Göle yansıması düşmüş bulutlar, oluşan simetriler, kuş sesleri, gölde yüzen bir kaplumbağa, çok uzaktan gelen balıkçı motorunun sesi... Zihnim her anı ve ayrıntıyı kaydetmek istiyordu. Hem eve çok yakın hem de kimselerin bilmediği gizli bir cennetteydim sanki... 1 saatten fazla oturduk orada. Yine bol bol güldük, konuştuk. Doğal akustiği göstermek isteyen kardeşim ses deneyleri yaptı :)
Düşündüm bir ara.. Buraya gelmeseydik ya otopark konforundan da faydalanmak için yakın bir AVM de yemek yiyecek, en iyi ihtimal deniz kenarı bir yere gidecek bir iki kadeh bir şey içecektik. Şehrin sesinden birbirimizi iyi duyamadığımız için derinlemesine sohbet edemeyecektik. Hele bağıra bağıra şarkı söylemek hiç mümkün olmayacaktı...


Bir yandan böyle farklı bir kardeşe sahip olmanın zorlukları kadar eşsiz güzellikleri de olduğu için çok şanslı hissettim kendimi. Bandista'nın bir şarkısında geçtiği gibi "her şeyin herkesleştiği /herkesin her şeyleştiği" dünyada bambaşka bir kardeşe sahiptim...



Bir yandan da artık gerçekten büyüdüğümüze inandım; gün sonunda son birkaç yıldır tek yaşadığı evinde, köşe koltuğa yayılmış onun hazırlanmasını beklerken. Rüzgar ne kadar etkilenmişti Berker ayrı bir eve çıkınca. Dedemle anneannemin yatağı nerede olacak peki, demişti eve ilk geldiğinde. Okulda öğretmenlerine dayım artık çok uzaklarda yaşayacak diye anlatmış ki, kardeşiniz yurt dışına mı taşındı diye sordular veli görüşmesinde...
Neyse... Görüyordum artık.. başka bir aşamadaydık hayat yolunda... İçimizdeki çocuk tüm coşkusuyla yaşarken çocukluğumuz geride kalmıştı... Birlikte geçirdiğimiz günden, konuştuklarımızdan geriye bu kalıyordu...

Herkese, sevdikleriyle geçecek unutulmaz anlar dilerim...

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Havva'nın Üç Kızı / Elif ŞAFAK...


"Bit Palas" ile tanıştığım ilk başta çok da akıcı bir dil yakalayamadığım Elif Şafak'ta, "Aşk" bir dönüm noktası olmuştu. Çok beğenmiş, keyif alarak okumuştum. Sonra "Ustam ve Ben" bambaşka bir tat oldu. Dili, iç içe geçen olayların örgüsü, içinde saklı müthiş sürprizler... Bittiğinde üzüldüğüm kitaplardan oldu, tadı damağımda kaldı.
Bu hevesle aldım "Havva'nın Üç Kızı", aldığım kitaplar içinde ilk ona başladım. Güzel miydi, güzeldi... Ama edebi bir tat bulamadım bu sefer. İyi demlenmemiş, ayrıntıları güçlendirilmemiş geldi bana. Dili akıcı, keyifle ve kısa sürede okunası ancak kitap bitiminde arka kapağı kapatıp okşanan kitaplardan değil. Konu itibariyle de taraf olmama adına fazla orta yolcu, sonunu okuyucuya bırakma adına fazla yarım...
Bir eseri değerlendirirken beğendim, beğenmedim ifadelerini kullanmayı hiç uygun bulmadım. Nihayetinde emek var. Yazarın emeğine sağlık diyelim, yeni kitap için bekleyelim ;)

5 Temmuz 2016 Salı

Her Gününüz Bayram Olsun!

Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...

En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.

Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.

"Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. 
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...

Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram..

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun..!

CAN YÜCEL