27 Temmuz 2017 Perşembe

40'a Şurada Ne Kaldı Gökhanım ;)


Bir tripler bir pozlar... neymiş 37 bitiyor, 40'a şurada ne kaldı. Yok saçlarımda beyaz çok, göbeğim de iyice çıktı, aman fotoğrafta gördüm sırtımda kıllar çıkmış... oldu bitti seversin zaten böyle tribe girmeleri, kendine melankolik sebepler uydurmayı... ben seni tanıdığımda 24, eşin olduğumda 27 yaşındaydın. Dal gibiydin, saçlarında tek beyaz yoktu. O zaman da 30'a şurada ne kaldı triplerini çektim. Ay ben ne çektim senin her "en yakın onluğa yuvarlanma" yaşlarında :)
Ama atladığın bir şey var benim canım... daha 50'ye ne kaldı, 60'a ne kaldı, 70'e ne kaldı, 80'e ne kaldılar,  Hanım ben bu sene kaç oldumlar var daha... ve benim tüm bu yaşlar için planlarım,
50'ye ne kaldılarda Rüzgar'ın üniversite Karmen'in lise telaşında olacağız örneğin... baş başa yıllara geri dönmeye başlayacağız ufaktan.
60'a ne kaldılarda ailemiz büyümeye başlar artık. Gelinler damatlar en azından adaylar olur. Bakarsın şans yüzümüze güler torunumuz bile olur. 
70'e ne kaldılarda kesin emekliyiz ve gezmediğimiz nere var nere yok geziyoruz. Her gittiğimiz yerden torunlara bir şeyler alıyoruz. Rakı artık seni çok etkiliyor ben sana rakı içirmiyorum. Sen bana telefonu elimden bırakmıyorum diye söyleniyorsun.
80'e ne kaldılarda bir hüzün gelmiş inceden. Artık ikimiz de iyice duygusal olmuşuz. El ele tutuşmadan uyuyamıyor, yalnız olunca yemek yiyemiyoruz mesela.
Hanım ben bu sene kaç oldumlar en güzel yaşlarımız. Ben her sene 82 diye yanıtlıyorum seni, kendimi de 70 küsurlarda bırakmışım kesin. O hüznü de atmışız üzerimizden hayatın anlamını anın güzelliğini çözmüşüz. Ben bile küfürlü konuşmaya başlamışım örneğin, her şeyle dalga halindeyiz. 
Balkonda her baş başa oturduğumuzda bu yılları hatırlıyoruz. Yazları Güre'de içtiğimiz akşamları, çocuklarla çıktığımız tatilleri, arka bahçeyi, oturduğumuz evleri, çalıştığımız yerleri... dostlarımızı anıyoruz, ailelerimizi anlatıyoruz, yine tüm hayallerimiz çocuklarımız ve artık onların çocukları için... ve sonra kesin bir akşam üstü, buruşuk damarlı ellerimizi birbirimize uzatıyoruz;
iyi ki diyoruz iyi ki hayat denen yolculukta birbirimizi bulmuşuz ve her alemde birbirimizin olmuşuz...

İyi ki doğdun Gökhanım, iyi ki varsın sevdiğim....


  

23 Temmuz 2017 Pazar

SEVGİLİ / İnci Aral


"Gerçek kişilere fakat edebi kurguya dayalı, acı bir umudun ve yalın bir sevginin romanı." demiş yazar kendi kitabı için... 
Edebiyatta güçlü bir kalem sinemanın devlerinden Yılmaz Güney'i anlatıyordu, okumamak olmazdı. 
Keyifli ve aşk vurgulu olaylarla başlıyor hikaye. Aklımızdaki Yılmaz Güney'den çok uzak bir kişilik. Bir yandan yoksulluk ve acılar içinde geçen çocukluğunun verdiği hırs, hırçınlık ve öfke; bir yandan Çukurova sıcağı gibi sıcacık bir yürek. Bir yandan aşk, bir yandan imkansızlıklar karşısında dimdik bir inat.
İstanbul'da geniş imkanlar ve genelde mutlulukla başlayan bir evlilik. Ancak o dönemin şartları altında ana karakter Yavuz Günay'ın zaman zaman kendi hatalarının da etkisiyle kendini içinde bulduğu olaylar. Önceleri biraz mafya, biraz kabadayı ve bol yanlışlı Yavuz'dan hapiste geçen yıllardan sonra siyasi kimlik kazanmış, kendini artık başka cephelerde sorumlu hisseden, farkındalıkları artmış ve değişmiş sanatçı Yavuz'a geçiş... bu geçişin sancıları... faşizmin tırnakları arasında ödenen bedeller... 
Hikaye bilmediğimiz yönleriyle başka bir Yılmaz Güney çıkarıyor karşımıza. Edebi anlamda akıcı bir anlatım ancak bazı yerler ya çok hızlı geçiyor ya gelgitli. Detaylar eksik kalmış gibi. Örneğin Nilüfer'in ailesinin barışma sonrası tutumları, Nilüfer'in ailesiyle ilişkisini yeniden yapılandırma süreci hiç yok. İlk evlat Esin biraz daha yer alabilir oğul Mehmet'e daha fazla yer verilebilirdi. 
Ancak Fatoş Güney yani Nilüfer'in yıllar içindeki başkalaşımı etkileyici. Neden hep kadınlar daha fazla vermek zorunda diye de sordurtuyor bir yandan okuyucuya. 
Sürgün yılları ve politik süreç biraz yüzeysel. Bir kabadayı mafya sentezinden nasıl bir siyasi kimlik ve kahramana dönülmüş daha vurgulu işlenebilirdi. 
Ancak bu yorumlarım kitapla ilgili görüşümün olumsuz olduğu anlamına gelmiyor. Ben konuya ilgi de duyduğum için çok keyifle okudum. Mehmet'in ilk adımlarını hapishane camından izleme bölümünde ağlayacak kadar etkilendim. 
Her kitabı bir duyguyla sonlandırırım ben. Bu kitap sonundaki duygum; evliliğinin sadece yüzde onunda mutlu olabilmiş bir kadının sevdiği ve saydığı kocası ardında il il dolaşmasına duyduğum saygı ve hayranlık oldu. Her seferinde, bilmediği onlarca diyarda oralı olmak zorunda kalan bir kadın. Bazen gelin, bazen eş, bazen aile reisi olarak. Vazgeçilen konfor ve asla pişman olmamak. Bu nedenle bence bu kitap Yılmaz Güney'i değil aslında onun "eş"ini anlatıyor... Bu hikayenin "gerçek" kahramanı Fatoş Güney'i...

Bol kitaplı pazarlar dilerim...

15 Temmuz 2017 Cumartesi

TANRI ÇOCUĞU KORUSUN / Toni Morrison



Ne evrensel bir dilek "Tanrı Çocuğu Korusun".... ancak en kabul görmeyen dilek bu sanırım. Asıl mesele çocuğu "Tanrı Korumasına" muhtaç bırakan bizleriz, büyükler... savaşlar, açlık, tedavisi olduğu halde sermayedarların kazançlarını tehlikeye atmamak için tedavi edilmeyen hastalıklar, yoksulluk, en korkuncu çocuğu yaşarken öldüren onu ömür boyu unutmayacak şekilde yaralayan tacizler... hepsi bizim eserimiz biz büyüklerin. Bu yüzden en büyük ve aslında en ironik dua "Tanrı, bizim koruyamadığımız çocukları bizden korusun" ne acı ve gerçek bir paradoks...
Bir dergide görmüştüm bu kitabı adı dikkatimi çekti önce, daha sonra hikayenin temelini oluşturan ötekileştirme kavramı... dünyaya kapkara bir tenle gelen bir kız çocuğunun önce annesine yaşattığı daha sonra kendi yaşadığı duygular. Önce elinden alınan "çocukluğu".. daha sonra toplumsal dayatmalar, algılarla baş etmek için devamlı beyaz giysiler giyen "kadınlığı"...
Bir çocuk tacizcisi tarafından öldürülen abisi ardından yasını kendine kalkan, ölüyü sırtına kambur etmiş genç bir adam... 
ilginç, akıcı bir öykü... bazen kitabı elinizden bırakıp birkaç dakika düşünmek zorunda kalacağınız olaylar, karakterler... 
Kısa sürede okunacak, etkileyici bir kitap..
Bir çocuğa ne yaptığınız önemlidir...
Tanrı Çocuğu Korusun... 


2 Temmuz 2017 Pazar

2 Temmuz 93... Yüzyıllar Sonra Tekrarlanan Pir Sultan Kaderi... Kederi...


   İnsanlığa dair umudumun çalınmaya başlandığı yıldı 1993... 10-11 yaşlarında bir kız çocuğuydum, soyut şeyleri kavramaya; sevgi, aşk, vefa, hoşgörü, dürüstlük, merhamet gibi tüm güzel tanımları işlemeye başlamıştım ki yüreğime Uğur Mumcu'nun öldürüldüğünü duyduk. Babamın bir arkadaşı olduğunu sanmıştım ilk başta bizimkilerin tepkisinden. Evdeki keder, isyan, annemin ağlaması... sonra hep birlikte yürüyüşe gittiler adını ilk defa duyduğum Cağaloğlu'na... sonrasında çalışma hayatımın 11 yılını geçirdiğim Cağaloğlu Yokuşunu her çıkışımda aklıma geldi o Ocak ayı. Bir insan sırf düşünceleri, karanlıkları aydınlatma isteği yüzünden karlı bir pazar sabahı arabasına binmek isterken adice öldürülmüştü. O çocuk kalbimle inanamıyordum. Çocukları ne kadar üzgündür diye düşünüp üzüldüğümü hatırlıyorum. Görebileceğim en kabul edilemez "insanlık dışı" toplumsal olay olduğunu sanıyordum.
   Bilemezdim... aynı yılın Temmuz ayında yine bir cehennem sıcağında bir otelin ateşe verileceğine, orada 35 kişinin "yakılarak" öldürüleceğine, bunun bir kaza değil gayet istekle hatta büyük bir arzuyla vahşice herkesin gözünün önünde yapılacağına da şahit olacağımı bilemezdim. Gerçekten inanılır gibi değildi. Haberlerdeki o sahne hala dün gibi aklımda... "Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu. Sivas'ta yıkılacak." sloganları, şeriatçı grubun ateşten, ölümden aldığı haz... yüzyıllar sonra tekrarlanan Pir Sultan kaderi, kederi... aynı eller bu sefer de oteli taşlıyor; belki de içinde yine bilmediğimiz dostun attığı güller... evde yine isyan, bu sefer sadece annem değil herkes ağlıyordu... 
   Sonrasında güzel ülkemde ne yazık ki insanlığın, adaletin, sevginin, aydınlığın unutulduğu çok olaylara şahit oldum büyürken ama Sivas hep tüm acıların üstünde kaldı. Utancı da hepimizin boynunda.... 
   Babamlar da 80'ler başta olmak üzere kendi şahit olduklarını bizlere anlatırken aynı çaresizliği yaşadılar mı acaba... bazen düşünüyorum çocuklarım büyüdüklerinde Sivas'ı, Gezi'yi, katledilen gazetecileri aydınları sorarlarsa nasıl anlatacağım. Biz onları evrensel değerlerle büyütmeye çalışırken dünyada olan kötülüklerin "gerçekten" yaşandığını nasıl açıklayacağım...

   Hayalim, dileğim, umudum ve hayatın içinde yer aldığım tüm alanlarda çabam sevginin, aydınlığın, eşitliğin, dürüstlüğün egemen olduğu bir ülke ve dünyadır...

   Bugün 2 Temmuz... 24 yıl önce göğe yükselen ateşin dumanı hala ciğerimizde ancak yeni ateşler yanmaması için hepimizin yapacakları var... önce unutmamak... sonra yeniden yeniden yeniden doğmak ve doğurmak sevgi ile büyüyecek kuşakları...