30 Aralık 2011 Cuma

100 Çocuk, 100 Gülücük, 100 Umut....


Evet... haftalar önce yüreğimden geçenleri olduğu gibi yazıp bir mektuba, yine yüreğimde koca koca yerleri olan arkadaşlarıma, dostlarıma, kuzenlerime, aileme göndermiştim... "Yeni yıl yaklaşıyor.. Yeni yıl umut demek, beyaz bir sayfa demek... Yeni bir yılı daha görebilmenin keyfi demek.. düşündük ki yeni yıla girerken bilmediğimiz bir mahallede, muhtemelen küçücük bir evde, olanaksızlıklar içinde yaşayan bir çocuğu sadece "çocuk" olduğu için sevindirmek bu keyfe keyif katacak ve elimizdekiler için bir nevi teşekkür etmek olacaktır... "Çocuk" demek her dilde "umut " demektir çünkü..." demiştim.... "Sizden ne istiyorum biliyor musunuz? Elimde 7-13 yaş aralığında 65 çocuğun adı var... Gelin bu yılbaşında ablaları ve ağabeyleri olarak onlara birer paket hazırlayalım." diye önermiştim ve sormuştum "Bu bir deneme... Bu “keşke”yi “iyi”ki ye dönüştürdükten sonra belki yaşlılar, hastalar için de yeni “iyi ki”ler yakalarız hayat ırmağında... Ne dersiniz, çok mu zor????" diye...

Benim güzel yürekli sevdiklerim kendi yakın çevrelerindekileri de ekleyerek 3 gün içinde 65'ten 100'e çıkardılar sayıyı... 100 çocuk, 100 gülücük, 100 umut... uykularım kaçıyordu heyecandan..Paketler hazırlanmaya başladı. Kendi çocuğuna alır gibi aldı anne olanlar, çünkü bildiler yüzü gülen her çocuk bir annenin yaşam gücü demektir... Anne adayı olanlar vardı paket hazırlayanlar içinde karınlarında atan minik kalplerin sevgisini de koydular paketlere.. Anne olmayanlar, hatta evli de olmadıkları için anneliğe şimdilik çok uzak olanlar vardı ama onlar da "kadın"dılar... Ellerinin hünerlerini, doğanın onlara verdiği üretme güdüsüyle birleştirip sarı sıcak paketler hazırladılar süslü püslü...
 Kendi çocuğuna alır gibi aldı baba olanlar, bilirlerdi çünkü bir çocuğun ayakkabısındaki  yırtık en çok babasının yüreğini üşütür. Baba adayı olanlar da vardı anne adayı olanlar gibi, onlar en heyecanlı olanlardı. Neyi, nasıl yapsalar daha güzel olurun heyecanı yansıdı paketlerinden. Bir de baba olmayanlar, hatta evli olmadıkları için babalığa çok çoook uzaktan bakanlar vardı. Onlar biz ağabeyiz dediler, küçük kardeşlerine hediye alırcasına A'dan Z'ye doldurdular paketleri... ve sonra...
Bu yüz paket, bizim küçük odada yavaş yavaş toplandı. Meraklı RüZGaR'ın meraklı ellerinden özenle korundu. Her biri dizildi, etiketsiz olanlar etiketlendi. Paketleri deforme olanlar (çok uzaklardan gelen paketler de vardı çünkü) yeniden paketlendi . Okullardan randevular alındı. 
İlk okul 28 öğrenci için hazırlık yaptığımız küçük bir okuldu. Sevgili Arkadaşım Esra, sağ olsun station wagon arabasına tıka basa doldurup paketleri, yanına işini yani fotoğraf makinesini de alıp okulun yolunu tuttu bizimle. Müdür Yardımcısının görevliye "İki pehlivan gönder." diye çağırttığı minicik nöbetçi öğrencilerin samimi yardımlarıyla taşıdık paketleri konferans salonuna, paketlerin birinin üzerinde yazan "Ersin ..." adını görüp "Ersin'e gelmiş lan bunların hepsi." demelerine bıyık altı gülerek... Güzel gözlü dostum Çiler, karnı burnunda liste elinde göründü kapıdan. Bizimle ilgilenmesi için bir veli görevlendirdiğini çocukların zil çaldıktan 10 dakika sonra ineceğini söyledi ve dersine döndü. Zil çaldı bizi de heyecan bastı Esra'yla beklediğimiz loş ışıklı salonda.. Ve ayak sesleri duyulmaya başladı.. Pıtır pıtır koşup meraklı gözlerini yüzüme diktiler.. Ben de konuşmaya başladım sesime orada olmayan 100 arkadaşımın sesini katarak: " Benim kim olduğumu, niye geldiğimi, sizi niye buraya topladığımı merak ediyorsunuz.." dedim bir "E-veeeet" yanıtı yankılandı koro halinde ilkokul sıralarına has vurguyla... "Ben Berfu Öğretmen." dedim. "Sizin öğretmenleriniz gibi ben de bir öğretmenim. Öncelikle bilin ki sizler bu ülkenin çocukları olduğunuz bizim için çok değerlisiniz. Adlarınızı, yüzlerinizi, nerede yaşadığınızı bilmesek de bizim için çok önemlisiniz. Biliyorsunuz yeni yıla çok az kaldı. Yeni yıl umut demek, yeni güzellikler ve güzel sürprizler demek. Ben ve arkadaşlarım oturduk düşündük. Sizi ne kadar çok sevdiğimizi göstermek için sizlere bir sürpriz yapmak istedik. Okulunuzda bir çekiliş yaptık ve sizler çıktınız. Sizlerin adlarınızı, ayak numaralarınızı, beden ölçülerinizi  aldık ve sizin için paketler hazırladık. Arkadaşlarım bugün gelemediler. Çünkü onlar farklı farklı mesleklere sahipler, şu an çalışıyorlar. Sizler de belki ileride bir doktor, bir avukat, bir mühendis, bir öğretmen, bir yönetici vs olarak başka çocuklara sürprizler yaparsınız. Ben, onların adına size bu paketleri getirdim. Sizden iki ricam var: birincisi paketlerinizi evde açın, ikincisi de sınıfınızdaki diğer arkadaşlarınıza bu paketlerden bahsetmeyin. Onlar çekilişte çıkmadılar diye üzülebilirler." dedim. Söz verdiler ve paketleri dağıtmaya başladım. Çok ama çok mutlu oldular, heyecanlandılar. Paketleri verdik ve çıktık...

İki gün sonra 72 paketle diğer okuldaydık. Aslında Esra'nın arkadaşı olan güzel yürekli Funda, kendi paketini bırakmak için ilk defa geldiği evimize diğer tüm paketleri okula taşımak için ikinci defa geldi minibüsüyle. Önde kardeşim, desteğim Berkerim arkada Funda düştüler okulun yoluna. Ben kendi okulumdan direkt o okula geçtim. Kapıda candostlarımdan Nilayım ve biricik babası bizi bekliyordu. Mutlu Masal anlatıcısı arkadaşım fotoğraf makinesini de getirmiş bu okuldan sizlere anlar yakalamak için hazırdı ve bizi o gün bir kez daha şaşırtıp mutlu eden bir tesadüfü orada öğrendik ki Nilay'ın babası Nihat Amca da o okuldan mezundu ve yıllar sonra kendi mezun olduğu okulun bahçesinde anılarını tazeliyordu. Sabahçı olan grubun son dersinde yine pehlivan nöbetçi öğrencilerin yardımıyla paketlerimiz taşıdık başımızda yüreğinin ve ruhunun beyazlığı üzerindeki beyaz önlüğe yansımış dostum yoldaşım Bahar Öğretmenle.. Yine aynı meraklı bakışlar, yine ürkek ama kocaman gülücükler... ve benden yine aynı konuşma... verilen söz ve paketlerin teslimi.. Okuldan çıkarken Andımızı okuyan öğlenci çocukların arasından adını koyamadığımız tuhaf duygularla geçiş. Edilen teşekkürler, sarılmalar.. Herkesin yüreğinde huzur... Akşam 5'te öğlenci olan 30 kişilik son grup için son kez gittim okula. O gününü bize ayıran Berkerim ve Bahar'la.. Çocukları karşıladık ki bunlar 7-8 yaş en minikleri.. Her şey aynıydı benim konuşmam hariç. O kadar duygulandım ki sözcükleri toparlamakta zorlandım. Hepimiz adına hepsinin güzel gözlerinden öptüğümü söyledim. Vedalaştık...

Şimdi evdeyim... Gün içinde gördüğüm sahneler geçiyor gözümün önünden.. Teşekkür etmeliyim biliyorum ama kime nasıl edeceğimi bilmiyorum. İlk teşekkür bana böyle düşünceler yaratma gücü veren ailem, eşim ve RüZGaRıma olmalı... ama... ya sesime ses veren, sesimin boşlukta dağılmasına izin vermeden yürekleriyle karşılayıp iyilik ve sevgi yankısı oluşturanlar.. onlara, yani Esra'ya, Funda'ya, Nilay ve Ertuğrul'a, Ergül ve Evren'e, Nurhan'a ve arkadaşlarına, Mercan ve Bülent'e, Zeliha'ya, Özgür ve Çilem'e, Özge ve Yıldız'a, Tolga ve Başoma ve öğretmen arkadaşlarına, Pınar ve Tolga'ya, Başak'a ve Antalya'daki dostlara, Öğretmen arkadaşlarım Hediye, Özgür, Belgin, Timur, Hale, Şenay, Sonnur, Nadin ve Başak'a, Özlem'e ve Ayten Öğretmen'e, Sibel'e, Burcu ve Kemal'e, Devrim ve Cüneyt'e, Gamze'ye, Seden'e, Pınar ve Aras'a, Bülent ve Kerime'ye, Buğra'ya, Özgür'e, Nezaket'e, Ertuğrul aracılığıyla bize ulaşan Onur, Burcu, Fatih ve Filiz'e ve en çok da bu çocukların bilgilerini bize iletip okullarında bunu organize eden 
kardeşlerim BAHAR ve ÇİLER'e çok çok teşekkür ediyorum...

19 Aralık 2011 Pazartesi

Hatırlanmak! Ne güzel şey...

Yoğun geçeceğinin sinyallerini geçen haftadan veren bu haftaya tam gaz başladım bu sabah... Aklımda yapılması gerekenler, beni deli gibi kovalayan saatin tik takları peşimde odama girip çıkarken bir ara Özgür'ü masamın başında görür gibi oldum. Ancak o kadar koşuşturma içindeydim ki "Napıyorsun orada?" bile diyemedim düşünün ;) Bir süre sonra odama döndüğümde misss gibi kahve kokusu odayı sarmıştı. Yusuf Abi ikna edilmiş kaçak kahvelerden biri yaptırılmış herhalde diye Şennur'un masasında fincan ararken kokunun benim masamdan geldiğini fark ettim. Masama bir baktım ki üzerinde bir paket kahve, bir kalem ve iki nefis kurabiye beni beklemekte... Sevgili arkadaşım, hafta sonu can kardeşi ve onun arkadaşları ile çıktıkları kısacık hafta sonu tatilinde Yunanistan'dan bana bu hediyeleri getirmişti. Yüreğime bir sıcaklık, dudaklarıma da kocaman bir gülümseme yayıldı o anda. Hatırlanmak dedim, ne güzel şey...
Ayrıntılara oldukça önem veren hatta bu özelliğim nedeniyle yakın çevremde sık sık dalgaya alınan ben bu ayrıntılarla daha az karşılaşıyorum sanki son zamanlarda.. Belki ben de atlamaya başladım bu ayrıntıları, hayat ırmağının akıntısına kapılıp kim bilir.. 
Can yarısı kardeşi ÖZLEMiyle bir nefes alalım, iki gezip tozalım, üç adım uzaklaşalım diyerek gittikleri bu kısacık tatilde beni de unutmadığı için sevgili arkadaşıma ne kadar teşekkür etsem azdır... Böyle güzel arkadaşlara, arkadaşlıklara sahip olduğum için ne mutlu.. 
Herkese sevdiklerinden gelecek minik bir sürprizle yüreklerinin ısınacağı mutlu bir hafta dilerim...

16 Aralık 2011 Cuma

Orada, en yakın arkadaşımın karnında atan minik yürek... ben senin "teyzenim"...

Yıllar yıllar önce hayal ederdik biz senin gelişini biliyor musun? Çocuk çocuk otururken bir lojman bahçesinde içi çoktan kurumuş çerçöp dolmuş bir süs havuzunun kenarında ayaklarımızı uzatır hayaller kurardık annenle... Biraz ileride ıhlamur ağaçlarının altında göbeklerine SeraStreç sarıp yürüyüş yapan teyzeler olurdu. Öyle bir moda çıkmıştı o yıllarda akşam geceye kayarken lojmandaki teyzeler toplu halde tempolu yürür, göbeklerine sardıkları SeraStreçler sayesinde zayıflayacaklarına inanırlardı.
Ne diyordum... Evet, annenle ortaokul sıralarında olduğumuz o yıllarda ileride evlenince yine böyle yakın hatta belki aynı apartmanda oturma ve çocuklarımızı aynı zamanda doğurma hayalleri kurardık.. Biz nasıl aynı yaştaysak çocuklarımız da aynı yaş olsunlardı ki sınıf arkadaşı olabilsinler... Hatta ikisi de kız olsun derdik, gülerdik... İsimler bulurduk bugün hatırlamakta zorlandığım.
Yıllar geçti... Biz ortaokuldan sonra da yine aynı lisede farklı bölümlerde okuyup yine özellikle yazları her akşam oturduk  lojmanın bahçesindeki o havuzun başında... Aynı takımda voleybol oynadık, aynı kotları aynı ayakkabıları giydik, aynı yerde tatil yaptık, aynı yerlerde aynı şeylere güldük, aynı şeylere ağladık annenle... Büyüdük biraz daha üniversiteli olduk... Annen Spor Akademisini kazandı, üniversiteli oldu ben ilk yıl hazırlık okuduğum için hala lise formamla kaldım. Onun üniversite anılarını dinlerken bir yıl boyunca nasıl da batardı bana o gri etekli lacivert süveterli forma:) Ertesi yıl ben de üniversiteli olup düşünce Ereğli yollarına ilk gerçek ayrılıklarımdan biri de en yakın arkadaşım olan annenden ayrılışım oldu... Sonra annenler taşındı biraz uzağa... İstanbul'a her geldiğimde mutlaka görüşülenler listesinin başında geldi annen ve tabi güzel yemeklerini yediğim, biraz şımartılıp hep çok sevip sevildiğim anneannen...
Derken derken okullar bitti, evlere dönüldü... Yaşam kavgaları başladı... Para kazanmanın keyfi tadıldı... Sonra gerçek aşk... Annen yine 1-0 öne geçti ve gerçek aşkını (yani babanı) benden önce buldu ve en yakın arkadaş olmanın şartlarında biri olan "Onu mu çok seviyorsun beni mi?" sorusunu sormak da bana düştü :)  
Zaman hızla ilerledi, ilk defa ben öne geçtim ve önce evlenen ben oldum, ben hayat arkadaşıma evet derken şahidim de annen :) Bu da o lojman bahçesinde geçirilen akşamlarda kurulan hayallerden, verilen sözlerden biriydi. Gerçekleşmişti. Ben de sözümü tutup birkaç yıl sonra karnımda RüZGaR abinle annenin nikah şahidi oldum. Evet öne geçmişken hızımı alamamış önce anne olan da ben olmuştum. RüZGaR Abinin geleceğini annene müjdelediğimde de "E hani aynı yıl doğuracaktık, bozdun bütün hayallerimizi" diye güldürmüştü beni. Evet anneni aramış teyze oluyorsun diye müjdeyi vermiştim. Çok sevinmişti. Ya da ben öyle sanmıştım. Çünkü annen senin geleceğini bana söylediğinde anladım ki bu duygu için "çok sevinmek" ne kadar da yavanmış. Bu bambaşka bir duyguymuş. İnanamamakmış biraz, gözünde canlandırmakta zorlanmakmış. Heyecanlanmak, hayallere hayaller eklemekmiş en çok. 
Seni kucağıma alacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum...

18 Kasım 2011 Cuma

İyilik Örgütleniyor!

KENDİ YAKIN ÇEVREMLE GERÇEKLEŞTİRMEKTE OLDUĞUM BİR GİRİŞİMİN DUYURU MEKTUBUNU PAYLAŞMAK İSTEDİM BUGÜN SİZLERLE. BU PAYLAŞIMDAKİ AMACIMIN SİZİ DE BU GİRİŞİME DAHİL ETMEK DEĞİL, SİZE İLHAM VERMEK OLDUĞUNU BELİRTMEK İSTERİM. İNANIN Kİ ZOR DEĞİL!!!

Merhaba Sevgili Dostlarım,
Öncelikle hepinizin iyi olduğunu diliyor, sevgilerimi gönderiyorum.
Şimdi size tamamen kendi gözlem ve duygularımla başlattığım ancak sizlerle gerçekleştirebileceğim bireysel bir sosyal sorumluluk projesinden bahsedeceğim. Evimizdeki bir akşam sohbetinde kendi çocuğumuza elimizden geleni gelmeyeni fazlasıyla sunarken başka çocuklarla, çocuklarımızla ilgili "keşke"lerimizi konuşuyorduk, sonra dedik ki kendi kendimize neden bunlar "keşke" olarak kalıyor. Bu "keşke"leri "iyi ki" lere dönüştürmek o kadar da zor değil ve düşünmeye başladık ne yapabiliriz diye. İste o düşündüklerimizin uygulamaya dönüş aşamasında şu an sizlerin karşısındayım...
Yeni yıl yaklaşıyor.. Yeni yıl umut demek, beyaz bir sayfa demek... Yeni bir yılı daha görebilmenin keyfi demek.. düşündük ki yeni yıla girerken bilmediğimiz bir mahallede, muhtemelen küçücük bir evde, olanaksızlıklar içinde yaşayan bir çocuğu sadece "çocuk" olduğu için sevindirmek bu keyfe keyif katacak ve elimizdekiler için bir nevi teşekkür etmek olacaktır... "Çocuk" demek her dilde "umut " demektir çünkü...
Peki bunu nasıl yapacağız diye düşünürken can dostlarımdan Bahar ve Çiler geldi aklıma... Bir şeyi denerken küçücük de olsa başarısız olma ihtimaline karşı yanında gerçek dostlarını arıyor insan... İstanbul'un sosyo-ekonomik anlamda eksik farklı iki semtinde öğretmen olan bu arkadaşlarımı aradım ve kendi sınıf ve okullarından öğrenciler seçmelerini istedim. Bu öğrencilerin nasıl çocuklar olacağı hakkında uzun uzun konuştuk ve canım arkadaşlarım imkânları çok çok kısıtlı olan (yoksul demek istemiyorum, içimi acıtıyor) bu çocukların adlarını listeleyip gönderdiler. Çoğu başarılı olan bu çocuklar için yeni yıl neler ifade ediyordu bilmiyorduk ama yeni yılda onları sevince boğacak, içlerinden çıkanlarla o minik yüreklerini heyecanlandıracak, kendilerini özel hissettirecek belki ömür boyu unutmayacakları bir paket almayacaklarını biliyorduk...
Sizden ne istiyorum biliyor musunuz? Elimde 7-13 yaş aralığında 65 çocuğun adı var... Gelin bu yılbaşında ablaları ve ağabeyleri olarak onlara birer paket hazırlayalım. Hepimizin paketinde yaşlarına uygun bir üst, bir alt kıyafet Can, İş Bankası veya TÜBİTAK Yayınlarından seçilmiş seviyelerine uygun bir kitap mutlaka olsun. Bunun dışında toka, çorap, ayakkabı, atkı bere, renkli ilginç kırtasiye malzemesi, çikolata vb  gönlünüzden ne geçerse ekleyebilirsiniz. Bunları çocuklarınızın kullanmadıklarından vermek yerine özel olarak aldıklarınızdan ekleyeceğinize emin olduğum için herhangi bir açıklama yapmıyorumJ
Sizler belki 1 belki daha fazla çocuk için bu paketlerden hazırlamaya karar verdikten sonra bana haber verin. Yaş ve cinsiyetle ilgili tercihiniz varsa belirtin. Ben çocukların adını sizlere verdikten sonra paketlerinizi hazırlayın. Paketlere asla para koymayın. Paketinize hediye gönderdiğiniz çocuğa hitaben yazılmış bir not eklemeyi unutmayın tabi. Notlarınız sevgi, umut, barış ve iyilik koksun! Sizler için sakıncası yoksa adlarınızın yanına mesleklerinizi de yazmanızı rica edeceğim. Çünkü bu paketleri aldıktan sonra sizin adınızı belki de ömürleri boyunca unutmayacaklar. Onları bu kadar özel hissettiren abla veya ağabeylerinin meslekleri de onlar için özenilecek en büyük özellik olacaktır. Sonra ben 20 Aralık’a kadar bana ulaşmış olan bu paketleri alıp çocukların öğretmenlerine götüreceğim. Öğretmenleri de yılbaşı haftası bir gün onları okul çıkışında bekletecek ve incitmemek için masum bir yalanla çekiliş yapıldığını ve onların adlarının çıktığını söyleyerek paketlerini verecekler. Belki ben de orada olurum, isterseniz sizler de olun süper olur.
Bu bir deneme... Bu “keşke”yi “iyi”ki ye dönüştürdükten sonra belki yaşlılar, hastalar için de yeni “iyi ki”ler yakalarız hayat ırmağında...
Ne dersiniz, çok mu zor????

10 Kasım 2011 Perşembe

Sevgi ve Saygıyla...

Sevgisi, duvarında her zaman fotoğrafı asılı olan evimizde, ben daha minicikken yüreğime salınmış Atatürk'ümü onun hakkında yazılmış şiirlerden biriyle anmak istedim...

ATATÜRK'E
Yine harmanımız rüzgar bekliyor
Es yine, es yine samanı savur.
Çak yine çak yine Masmavi Şimşek!
Bu kutsal çorağın özlemi yağmur.
İn yine, in yine Sarı Yıldırım!
Ayrıklı tarlayı aydınlat, kavur.

Bugün de gecede sayıklayan var,
Bugün de yobazca adımız gavur,
Dal şu yüce dağlar gibi tekneye
Sevgi ekmeğini mayala, yuğur.
Doğ yine, doğ yine yurdun üstüne
Sensiz yüreklerin ateşi soğur...

Behçet Kemal ÇAĞLAR

6 Kasım 2011 Pazar

Yarın Bayram...

İnsanın çocuğunun olması çocukluk sevinçlerine geri dönmesiymiş… Otuz yaşında bayramlık alma sevinci yaşamasıymış mesela, yeniden… Bana hayata dair tüm güzellikleri tekrar tekrar yaşatan bitanecik RüZGaRım sayesinde her gün gibi her özel gün de daha bir güzel, daha bir heyecan verici ve bir kat daha özel artık…
Yarın bayram… Zaman ne de çabuk geçiyor. Yaz evimizin bahçesinde kutladığımız geçen bayramın heyecanını paylaştığım yazımı dün yazmışım sanki.. Yarın bayram… RüZGaRıma alınan bayram hediyelerini koydum yatağının başucuna… Bayram boyunca seçip seçip giyeceğiz. Şu an büyük ve gerçek bir aileye sahip olmanın güzelliğini bilmiyor henüz… Ne mutlu ki yaşayarak öğrenecek… Ben şimdi, onun yerine, ileride ona anlatmak üzere yaşıyorum bu özel günleri… ve “iyi ki”lerim, “teşekkür”lerim daha bir yüreğimden kopuyor özel günleri ailemiz, sevdiklerimizle paylaştıkça…
Yarın bayram…
Herkese hayatındaki “iyi ki”leri sevdikleriyle paylaşacağı; mutlu, huzurlu, muhabbetli  ve paylaşım dolu bir bayram diliyorum… SEVGİLER

29 Ekim 2011 Cumartesi

Duyuyor musunuz….

Bu blogu oluştururken haftada iki defa yazabileceğim konusunda ne kadar da emindim… ama hayat ırmağı o kadar hızlanıyor ki bazen bir solukluk zaman bulamıyorsunuz…

Görüşemediğimiz günler boyunca o kadar çok kıyısından döndüm ki “yazmanın” bilemezsiniz… yaz boyu göremediğim ama çok özlediğim bir arkadaşımla nasıl olmuşsa mesai saatlerine sıkışmış bir kahve molasından sonra o akşam “Türk kahvesi” ile ilgili bir yazı yazma isteği doldu içime mesela.. ama kalemimde tüten bu kahve konusunu sevimli bir RüZGaR dağıtınca ben o konuyla ilgili yazamadan başka konular gelişti.
Geçirdiğimiz sıkıntılı günlerin ardından tünelin sonundaki ışığı tünel boyunca yanımızda olan iki can dostumuzla görüp bu ışığın coşkusunu kutladığımız keyifli bir yemekten sonra yürürken Beyoğlu sokaklarında “Dostluk” ile ilgili yazımın ilk paragrafı hazırdı aslında aklımda… ama uyumak istemeyen bir RüZGaR esince sabahlara akıl koymadı başımda…
Ve sonra nasıl da güzel bir pazar günü, balıkçı RüZGaR’ı İstanbul’la tanıştırmak için Ortaköy’deydik. Yanımızda “aile dostu” kavramını hayata geçiren canlarımızla… Ben RüZGaR’ın, RüZGaR NiL’in peşindeyken telefon mesajıyla öğrendim ki Van’da deprem olmuş. Seslendim bizimkilere Van’da deprem olmuş, diye… Orta karar bir ilgiyle üzerinde konuşup günümüze devam ettik… Çünkü bizim sıradan küçük bir deprem sandığımız bu olayın tam bir doğal(!) afet olduğunu bilmiyorduk henüz… Ne yazık ki akşama doğru artan haber trafiğinden olayın ciddiyetini anlamaya başladık… Sonrasındaki günler ise hepimizce yürekten paylaşılan acılarla doluydu… Biz daha birkaç gün öncesinde kardeşi kardeşe kırdıran, dışarıdan bölemedikleri bu güzel vatanı içeriden bölme oyunlarını sinsice hayata geçiren, kan döken silah tüccarlarının barışı savaşa kurban verişini evlat acısı ile görmüşken… ateş, sadece o evlere değil tüm yüreklere düşmüşken… anaların ağıtları kulaklarımızdayken daha…
Haberleri izleyemiyor, gazetelere bakamıyordum bile… Üstelik kardeşim de daha aylar öncesinde orada yani Erciş’te askerdi… Dört beş ay olmuştu döneli…
Gitmesek de gelmesek de bizim köyümüzdür dediğimiz o köylere hayatlarının baharlarında giden öğretmen arkadaşlarımın ölüm haberlerine nasıl dayanırım… oğlumun ağzı süt kokarken daha göçük altında bebeğini tükürüğüyle besleyen anneye duyduğum yakınlık nasıl sığar yüreğime… bir çekmecede bulunan bebeğin mucizevi kurtuluşunun heyecanını nasıl kaldırır kalbim… soğukta, hiçbir şeysiz ortada kalan o insanları bağrıma basma isteği nasıl zorlar genzimi… dedim üzerine de “hesap soramama” çaresizliğini ekledim ve evet kaçtım bu gerçeklerden… ama bu gerçekler bazen vapurda yandaki kadının gazetesinde, bazen sabah serviste dinlediğimiz radyoda, çoğu kez de etrafımdaki konuşmalarda buradayız dedi inatla… ve ben en çok da, göçük altındayken yavrusu bir annenin ya da tozlar içinde ağlarken tüm ailesi kayıp bir çocuk "insan" olmayı unutanlardan; “sesimi duyan var mı” çığlıklarının karşısında dil, din, ırk ve siyaset duvarlarının sağırlığında olanlardan utandım…
Bu duygu, düşünce ve sorgulamalarla geçerken günlerim, bir annenin yaşadığı her olumsuz olayın yanında içten içe çocuğunun sağlığına şükretmesi gibi ben de hayatımdaki hayatımızdaki “iyi ki”leri düşündüm… Cumhuriyeti mesela… Bugünlerde en çok da ona inanmak, onun birleştirici gücünün altında toplanmak ihtiyacı iyi geldi. Okulda Cumhuriyet’e yönelik etkinlikler planlarken daha bir inançlı, daha bir istekliydik sanki. Belki de göçük altındaki Cumhuriyet Öğretmenlerinin ruhu bazı şeyleri hatırlatmıştı yeniden… Bir yandan onların acılarını yaşadık bir yandan da yeni acılar yaşamamak için Atamızın emanetine daha bir sarıldık… Törenimiz, törenlerimiz hem yaşadığımız ulusal acıyı unutmayacağımız hem de Cumhuriyetimize, Atamıza, değerlerimize ve birbirimize olan bağlılığımızı hatırlayacağımız şekilde düzenlenmişti… “….mişti” diyorum çünkü bugün, okuldan yarın törende görüşmek üzere çıkmamıza birkaç saat kala gelen bir genelgeyle Cumhuriyet Bayramı törenlerinin iptal edildiğini öğrendik… Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyordu ve biz 88. yılda bu kötü ilki yaşayanlardık “son olmasını” dileyerek…
Düşünmeden edemiyorum, Van’da yaşanan ve acısını hepimizin hissettiği bu olayın, duyarlı davranmak aldatmacasıyla Cumhuriyet Bayramı törenlerinin iptaline sebep gösterilmesini nasıl olur da kabul eder insan! Evet törenlerde dans, şarkı gibi etkinliklere yer verilmesinin engellenmesini anlarım; öğretmen arkadaşlarını, evlatlarını günler önce kaybeden hiçbir tören komitesinin böyle bir uyarıya ihtiyaç duymayacağını bildiğim gibi… ama birlikteliğe, ulusal ve evrensel değerlere bu kadar ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde Cumhuriyet Bayramı gibi bir bayramın yok sayılmasını anlayamıyorum, anlayamam da…
Kulaklarımda ilkokul yıllarımdan kalan bir şarkı yankılanıyor ...“Ataaam sen rahat uyuuuu, yolcusuyuz biz hürriyetin; Ataaam sen rahat uyuuuu, bekçisiyiz Cumhuriyetin” …
Duyuyor musunuz…

10 Eylül 2011 Cumartesi

Rüzgârdan Koruyarak Yaktığım Mumlarımın RüZGaR’la Biten Dilekleri

Bir varmış bir yokmuuş.. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde İstanbul adlı kentte bir kız yaşarmış. Bu kız, büyüdüğünü bir türlü idrak edemediği için evli, çocuklu ve neredeyse 30 yaşında olmasına rağmen kendisinden hala “kız” diye bahsedermiş. Ne deseymiş yani “… bir kadın yaşarmış .” mı!?
İşte bu kız, çok az insanın mutlu olabildiği bir dünyada yakaladığı tüm mutlu anlar için hayata teşekkür edip güzel dilekler dileyerek uyurmuş her gece… Sevgi dolu, gerçek bir yuvada dünyaya geldiği ve bu yuvayı oluşturan anne babası hayatta ve sağlıklı olduğu için başlarmış teşekküre… sonra kardeşini düşünürmüş, çocukken adının anlamı sorulduğunda o küçük ve zayıf haline inat “güç-lü erkek” diyen Berker’inin hayatında gerçek bir güç olduğuna bir kez daha inanırmış her gece…
Sonra yanında uyuyan hayatdaşına bakar ta yürekten iyi ki dermiş… iyi ki varsın, yanımdasın, benimsin ve benimlesin… başka hangi yürek bu kadar doldururdu yüreğimi, hangi ruh tamamlardı ruhumu ve başka hangi eli bu kadar sıkı tutabilirdim şu hayat yolunda yoldaş diye… ve hemen ardından hayatdaşı sayesinde hayatına katılan ikinci ailesini düşünür, soyadlarını gururla taşıdığı bu sıcak aile için de sağlık ve birliktelik dilermiş.
Dostlarını düşünmeye başlarmış daha sonra. Daha ortaokul yıllarında sıralara kazıdığı FBS harflerinin F’sinden başlar, “dostum” dediği her canını ayrı ayrı geçirirmiş aklından.. Onlarla ne kadar güçlü, ne kadar güvende olduğunu hisseder her biri kendi hayat telaşında olan tüm dostları için sağlık mutluluk dilermiş ayrı ayrı…
Kalabalık bir sülalenin kalabalık bir ailesine dâhil olduğu için mutlu olur; bu aileden tüm kan bağlarından bağımsız tutup seçerek gönül heybesinde taşıdığı, adına genel olarak “kuzenler” dediği ve çevresinde sık sık özenilen kuzen kafilesini düşünür bu mozaik grup için iyi ki de varlar renk değil rengarenkler benim için diye bir teşekkür daha yollarmış hayata.
Sonra hayatın bir yerlerde bir şekilde karşısına çıkardığı, belki bir sohbet belki bir dertleşme belki bir yardım belki bir incelik belki de sadece koca bir gülümsemeyle hayatına değer katan, onu zenginleştiren belki bir arkadaş belki bir komşu belki sadece uzaktan bir akraba olan herkese sevdikleriyle geçecek sağlıklı ve mutlu bir ömür dilermiş.
Vee koca bir nefes alır; o ana kadar düşündüğü, dilediği her şeyi ve herkesi bir kenara koyar; yan odada uyuyan hayatına dağ gibi güç, dalga gibi neşe, ninni gibi huzur ve gün be gün artan sonsuz bir sevgi salan RüZGaR’ı için hem teşekkür eder hem de bildiği tüm iyi dilekleri sıralarmış… Hayat isteyen ve hazır olan her aileye yaşatsın bu duyguyu dermiş bastıra bastıra…
Sonunda her an bir mızırdama ile kesilebilecek uykusuna dalarmış bedeninin yorgunluğuna aldırmadan… Çünkü yüreği dolu ve mutluymuş.
İşte buuuuu kııızzz 29 sene önce bugün doğmuuuuş, babası da adını Berfu koymuş…

30 Ağustos 2011 Salı

Bugün Bayram Erken Kalkın Çocuklar!


Bugün bayram
Erken kalkın çocuklar
Giyinin en güzel giysileri..
Bayram denilince ilk aklıma gelen şeydir bu şarkının sözleri… Çünkü bayramı en heyecanlı yaşayanlardır çocuklar… ne zaman tam olarak büyük hissettiğimi hatırlamadığımdan uzunluğunu kestiremediğim bir süredir bu cümleyi kuruyordum. Çünkü büyümüştüm ve o heyecanlı sabahlar çocukluğumda kalmıştı… ta ki evimize bir çocuk heyecanı, neşesi düşene kadar… RüZGaR la yenilenen ruhum, çocukluk heyecanlarına geri döndü. Artık özel günler RüZGaR’ın anı heybesinde biriktirilecek mutlu fotoğraf kareleri yaratmak için fırsat oldu bize.
Ve bu sene, çocukluğumuzdaki hayallere mekân olan, yan komşunun teyzemler olduğu bu evde bir aradayız… Hem de eskiden olduğu gibi kalabalık, telaşlı… Sarmalar sarıldı, sitenin otoparkındaki otomobiller arttı, şu an yolda olanlar var. Yarın ne giysem diye düşünüldü, çikolatalar yerini aldı… Kahvaltıda su böreği olduğunu bilerek yattı börekseverler. Yarın akşam masada çocuk, genç, orta yaşlı ve yaşlı her çeşit aile üyesi olacak, bunu bilmek bile öyle güzel ki…
Bayramların dini temellere dayanan gerçekliğini bir yana koyuyor bu günleri ailece zaman geçirmeye fırsat yaratacak günler olarak görüyorum hep. Bu fırsatı yaratacağınız, bir çocuğu güldürüp bir yaşlıyı sevindireceğiniz bir bayram dilerim…

26 Ağustos 2011 Cuma

Hadi Akrep Hadi Yelkovan!

Ayaklarımı sürüye sürüye geldim, Kaz Dağları arkada kaldıkça kokusu o dağlarda yayılan RüZGaR'ımın özlemi battı kaldı boğazımda... Akrebin yelkovanın peşine düştüğü, akşamları bir türlü yatıp sabahları bir türlü kalkamadığım iki hafta pırr diye geçti.. Öyle bir pırrr diye geçmekti ki aklımda onlarca konu olmasına rağmen bir satır bir şey yazamadım. Yazamadım ama gönül heybem öyle bir doldu ki nereden başlayıp nasıl yazacağım belirsiz.. 
Ve şimdi bilgisayarımla "10 gün sonra görüşürüz" diyerek ayrılıyor, 16.30'da kalkacak servisimle sonunda RüZGaR kokusu olan yola çıkmak üzere evin yolunu tutuyorum... Mutlu, yorgun, heyecanlı ve bir hayli sabırsız düşüyorum yollara, kucağımda sevdiklere götürülen çikolatalar... 
Hadi akrep, hadi yelkovan biraz daha hızlı kovalayın birbirinizi..

12 Ağustos 2011 Cuma

Nerede Kalmıştık ;)


Yaşamaktan yazmaya zaman bulamadığım bir tatil sonunda yeniden buradayım. Oğlumu bırakıp gelmenin hüznü ile anne ve babama duyduğum minnet ve sevginin yüreğime yoldaşlık yaptığı bir yolculuk yapıp evime yani nemli İstanbul’a döndüm. Evet, kalbim biraz Kaz Dağları’nda kalsa da bu şehrin temposunu, uğultusunu, gelir gelmez başlayan yoğunluğunu özlemişim.
Öyle karmaşık bir yaz geçti ki bu sene biraz piştim acıdım biraz büyüdüm serpildim. Bir yanda hastalıklar, yaşam mücadelesinin evimize geçirmeye çalıştığı tırnaklardan korunma, beklentiler, kaygılar; bir yanda da umutlar, her gün biraz daha ballanan canparçam RüZGaR’ın sevgisi, aile olmanın ve gerçek bir aileden gelmenin mutluluğu, dostlar dostluklar…
Öğretmen bir babanın öğretmen kızı olup bir de öğretmen bir aileye gelin gelmekten midir bilmem yıl kavramı benim için ağustos sonu eylül başı gibi başlıyor miladi takvime inat.
Şimdi kocamaaaaaann derin bir nefes alıyor bayram tatilinde bir es verilecek yeni yıla başlıyorum…

28 Temmuz 2011 Perşembe

İyi ki...



Bugün benim güzel yürekli gül goncamın doğum günü… Onunla yaşamak ve yaş’lanmak “iyi ki” diye başlayan cümlelerimin başında…

Her insanın yüreği yarımdır bir zaman. Ben yarım bir yürek taşıdığımdan habersiz yaşadım mesela içinden deniz geçen bu şehrin bir yakasında. Yüreğimin diğer yarısı diğer yakada yaşamaktaymış meğerse yıllarca. Gün geldi, buluşturdu bizi rastlantılar bu şehirden çok uzakta, kuma kurulu bir öğretmen kampında.
Bu sene onun için bir pasta yapmadım henüz. Çünkü RüZGaR’ımız yanımızda olmadığı için kutlama programını oğlumuza kavuştuktan yani cumadan sonraya bıraktık. Bu yüzden sizinle geçen yıl Gökhanım için çiğ köfte, turşu, limon ve maydanozdan yaptığım doğum günü pastasının fotoğrafını paylaşıyorum.
Acaba geçtiğimiz yılın biraz ekşi geçmesinin sebebi bu pasta mıydı :))) Ben bu yılki pasta için malzeme düşünmeye başlayayım hemen…
Dilerim her yarım yürek diğer yarısıyla buluşur, tam ve tek yürek olanlar ise hiç ayrılmaz…
İyi ki, iyi ki doğdun Gökhanım iyi ki varsın… Nice senli, nice benli, nice RüZGaR’lı, nice bizli yıllara…

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Rehavet...

Bir rehavet bir rehavet… O kadar yoğun ve yorucu geçen günlerin ardından bir yaz evinin arka bahçesindeki salıncağa saldım ruhumu… Anlatacak çok şey var… 17 aylık oğluşla ilk tatil (ki konsept  candostlarımız Nilay ve Ertuğrul ile hayalini kurduğumuz minik ailecikler tatiline eklenmiş babanne-dede-torun konsepti gibi geniş bir konsept), 10 gün içinde yapılan farklı ve uzuuunn şehirlerarası yolculuklar, ailelerimiz, her geçen gün keskin dişlerini biraz daha parlatan profesyonel hayat, uzaktaki yakın akrabalar, bebek haberleri, gelin olup gidenler damat olup gelenler daha neler nelerrr..
Ama biraz soluklanmalı, şu salıncakta biraz sallanmalıyım…  

24 Haziran 2011 Cuma

sen babam...sen canım...

Öyle çok şeysin ki, bilemezsin...
Gün olur bir çakıl taşı gibi taşırım seni cebimde karanlık sokaklardan geçerken
Avcumun içinde tutar, cesaretlenirim...
Gün olur gölgene atarım kendimi
Güneşten kavrulmuşken dudaklarımdan önce yüreğim
Yaslanırım kalın gövdene soluklanırım
Sen yapraklarını usul usul sallar serinleştirmekten çok sakinleştirirsin beni...
Gün olur renkli pullu bir mendil olursun elimde
Neşe içinde halay çekerken başa geçer sallarım seni dosta düşmana...
Gün olur denizkestanesi gibi gelir oturursun boğazıma
Hatalarımı, yanlışlarımı hiç sakınmadan batırırsın her yutkunduğumda...
Gün olur güneş olursun tünelin sonunda
Sana bakar, sana doğru yürür çıkarım aydınlığa...
Gün olur bir kitap olursun dizlerimde
Açarsın yıllarını, tecrübelerini yaprak yaprak okumaya doyamam...
Gün olur tansiyon aleti gibi sıkarsın bileğimi, acıtırsın
Sağlığım için yaptığını sonucu görünce anlarım...
Gün olur tavla zarı olursun şıkır şıkır
Hem eğlenir hem eğlendirirsin tavlayı verirken koltuğumun altına...
Gün olur buz parçası olup rakının içinde beyaz beyaz dalgalanırsın
Keyfi keyif yaparsın konuşmayı muhabbet...
Gün olur bir lokomotif olursun yakıtsız ve durmadan çalışan
Annemi, beni ve kardeşimi çekersin dik yokuşlarda vagon vagon...
Gün olur sus pus olursun, susarsın
O zaman da yazarsın, her harfi bin sözcük tadında...
Gün olur nota olursun
En derin Anadolu ezgilerini mırıldanırsın
Uyuturken ilk sözcüğü “dede” olan oğlumu kucağında...
Gün olur bir yaz evi olursun Kaz Dağları’nda
Benim hiç olmamış “dede evi” şımarıklığını, özgürlüğünü ve mutluluğunu geçirirsin bir haylaz RüZGaR için hayata...
İşte böyle gün gün olur değişirsin
Renklere girse de hayat, sen hep gök mavisin
Her zaman bulut bulut üstümüzde elin
Boyu ne kadar uzarsa uzasın yıllar içinde gölgemin, ne kadar büyürse büyüsün bedenim
Ben gök gürlediğinde hep seni ararım
Sen hep ama hep göğsüne sığdığım, sığındığım... sen babam... sen canım...


17 Haziran 2011 Cuma

ya hep ya hiçtir SİYAH ve BEYAZ...

Dünyada birbirine en çok yakışan iki renktir siyah ve beyaz... “Asla”lardan geçer onların asi uyumu... Birinin yuttuklarını diğeri yansıtırken tamamlarlar birbirlerini fark etmeden. Özellikle yan yana geldiklerinde daha da belirginleştikleri için yan yanayken daha da bir güvenirler ikisi de kendilerine ve diğerine...
Açık siyah ya da koyu beyaz olamadıkları için her zaman her yerde aynıdırlar tonlara girmeden. Siyah daha bir siyah, beyaz daha bir beyazdır yan yana gelince. İkisi de en ufak toz barındırmaz benliğinde...
İşte biz de yıllar önce kendi hayat tablolarımızda bu renklerden biriyken bir fırça darbesi mi, bir resim kazası mı bilmem yan yana koydu bizi... “Benden ne kadar farklı”yı fark ettik ilk olarak birbirimizde. Daha da siyahlaşmak daha da beyazlaşmak oldu ilk tepkimiz. Sonra “Nasıl oluyor da yutuyor ya da yansıtıyor tüm renkleri.."yi merak ettik...yaklaştık.
Ve bir ağustos gecesi,  ne komik ki “Beşiktaş” sahilinde, Kız Kulesi meraklı meraklı süzerken bizi kenardan, aşkı itiraf edercesine tutuştuk el ele, kim daha siyah kim daha beyaz demeden... O an bir yağmur yağdı, aldı götürdü bütün renkleri geriye bir siyah bir de beyaz kaldı....
O geceden neredeyse üç yıl sonra, bir yüzünde "Sevgi bir kişiyi ikide yarım kılar aşk iki kişiyi birde" yazdırdığımız davetiyemizle düğünümüze davet ederken dostlarımızı hala siyah ve hala beyazdık tonlara girmeden.. 
Ve bugün o düğünün üzerinden tam dört yıl geçmiş diye hislenirken ne mutlu ki hala siyah ve hala beyazız aramızda yin yang bir RüZGaR topuyla...


15 Haziran 2011 Çarşamba

RüZGaR'La BiR...


Adnan Yücel’in bir şiiri var bu sefer sayfalarımda,  Ali Asker’in sesinden dinlediğim ezgisi ile dilimde bu aralar..  Özellikle son iki dizesini daha bir içten söylerim bizim düşümüzü gerçek kılan Rüzgar’ımı uyuturken..

 
İçimde çalışan anne olmanın ezikliğini yaşıyorum birkaç gündür, anne ve babamın hayatta ve yanımda olmalarının huzuru, mutluluğu ve konforuyla birlikte… Oğluşumu sabahın beşinde uğurlarken yazlık yolculuğuna arabanın camına yansıyan yüzümdeki duygular ne de karışıktı bir bilseniz. “iyi ki”ler ve “keşke”ler nasıl çekişti içimde, hangisinin kazandığı belirsiz…
Şimdi ben 2 Temmuza kadar gün sayacak, bu çok yoğun geçecek üç hafta boyunca her molada onu düşünüp güçleneceğim… Günde bin kez yaptığım telefon görüşmeleri sırasında geçen sene beş aylık bir bıdıkken gittiği yazlığın bu yaz altını üstüne getirdiğini, sitenin köpeği ile kurduğu dostluğu, meyve ağaçlarının tepesinden ayrılmadığını, en büyük eğlence aracı olan suyu bir de hortumla birleştirince nasıl çıldırdığını, bahçede balkonda yaptığı keşifleri tüm ayrıntılarıyla anlattıracak ve onun o hallerini hayal edip güleceğim. Bu arada kapımızın gürül gürül çalan ziline her basıldığında “Ay Rüzgar uyanacak!” diye kapı yerine onun odasına yönelecek, gece yarılarında acaba uyumuş mudur diye meraklanacak, bir gece önce uyuyamadığını annemi sürekli yanına doğru çektiğini en sonunda annemin yanında onu tutarak uyuyabildiğini düşünecek ve …………
Tüm bunları düşünür, hisseder, yazar ve paylaşırken hayata karşı da nankör olmak istemiyorum. Çocuğundan çok çok daha başka sebeplerden ayrı kalmak zorunda olan ya da çocuğunu çok başka ellere bırakmak zorunda olan annelere haksızlık etmek istemem.
Hayat tüm kuzuları annelerinin gölgesinde tutsun… anneanneleri de bu kuzuların yanında;)


RÜZGARLA BİR
hangi günün gecesidir
yazı kışta bulan bilir
gün içinden görünmeden
günü suya salan bilir

dağlar düze iner birden
aşkı sonsuz kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir

göl göl olur damda biri
çentik atar günlerine
sel sel olur diğerleri
güneş güler tenlerine

biri bine döner birden
yolu yakın kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir

rüzgar çocuk sesleriyle
mavi bir düş kurar gökte
sözde türkü dalda çiçek
olur açar her yürekte

gözden perde iner birden
düşü gerçek kılan bilir
rüzgarla bir olan bilir...

9 Haziran 2011 Perşembe

S E Ç M E K


“Oyumu onlara verdim çünkü .....................”
Eksik bırakılan cümleyi sebep - sonuç ilişkisi kurarak anlamına uygun şekilde tamamlayınız.

Bu sorudaki boşluğu anlamlı değil vicdanlı şekilde doldurmak, hangi becerileri geliştirir dersiniz?
Seçim yapmanın sorumluluğunu taşıma,
Doğru seçim yapma konusunda çocuklarımıza borçlu olduğunu farkına varma,
İnadına görme,
       İnadına duyma,
                İnadına konuşma...



12 Haziran’da bu cümleyi kendi içinizde tamamlarken kuracağınız sebep-sonuç ilişkisinin yarınlara etkisini düşünmeniz dileğiyle...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Dost Duvağında Açan Çiçek : ÇiLER

 Evinizden, sevdiklerinizden uzak bir yerlerde oldunuz mu hiç? Günü güle oynaya geçirdikten sonra özellikle akşam güneş batarken usul usul koymaya başladı mı gurbetlik... Saatinize bakıp şimdi yemek yemişlerdir, şimdi balkonda oturuyorlardır diye iç geçirdiniz mi?
İşte benim bu duyguları yaşadığım yıllarda o yıllardan bu yıllara tüm duygularıma ortak olanlardan biri Çiler. En şiir arkadaşım, en dost kurdu yaşam kitabımın. Üniversitedeki öğrenci evimizin bir numaralı konuğu. Fahri ev arkadaşımız! Kendi, ailesiyle orada yaşamasına rağmen bizim özlem türkülerimize eşlik eden bir can.

Ne başka bir şeydir ev arkadaşlığı, öğrenci yoldaşlığı. Ülkenin dört bir yanından uzanıp gelen nehirlerdik her birimiz. Ovaya inercesine sakinleşip dostluk denizine dökülürken bulduk kendimizi. İstanbul’dan, Zonguldak’tan, Rize’den, Aydın’dan, Akçakoca’dan, Sivas’tan, Erzurum’dan, Erzincan’dan ve hatta Gürcistan’dan izler taşıdık sularımızda. Birimiz horon tepmeyi öğretirken diğerimiz bizim oralarda adettir deyip her yemekten sonra sürdü kahveyi ocağa. Neler neler paylaşmadık ki kırk yıl tadındaki o dört yılda. Hırslarımızı törpüledik, kahkahaların en oktavlısını patlattık gece üç beş demeden.  Buzdolabının üzerindeki kâğıda ortak harcamalarımızı yazar sonra her ayın on beşinde matematiğe olan inancımızı kaybederdik. Her seferinde şaşırırdık kimin kime ne kadar vereceğini. Takılmazdık ama hiç küçük hesaplara, çünkü almayı da vermeyi de birbirimizden öğrenirdik.
Küstük, kavga ettik, trip attık. Ama hiç ayrı kalmadık. Altı kişilik halay ekibimizden biri hayatın peşinden uzaklara gitti, biri hayatını da alıp uzaktan bakmayı tercih etti. Ama biz kalan dört kişiyle hep altı kişilik yaşadık acıyı tatlıyı.

Her birimiz ayrı bir renk taşırken o öğrenci evine işte bu renklerin en yeşiliydi Çiler. Yeşil gözlerini pırıl pırıl parlarken de gördüm, gözyaşları içinde kıpkırmızı olurken de. En özel günlerinde yanında oldum, en özel günlerimde yanımda buldum. Doğumdan çıktığımda bile o anın şaşkınlığından aklımda kalan üç beş şeyden biriydi Çiler’in kızarmış burnu ve sulu şıpırt gözleri. Zira tüm yakınlarım “Rüzgar’ın doğumunda o çok ağlayan arkadaşın.” diye etiketlediler Çiler’i. Canım arkadaşım yıllarca bana ablalık tasladıktan sonra anne olduğuma inanamamış, teyze olmanın sevincini zırıl zırıl yaşamıştı hastane koridorlarında.
Dün akşam da onun heyecanını yaşama sırası bendeydi. O, birlikte katıldığımız son düğünde “Bir dahaki düğünde üzerinde gelinlik olsun Çiler!” isteğimi yerine getirirken yani hayatının adamına “Evet” derken coşan, gelinliği içinde kuğu gibi süzülüşünü izlerken duygulanan ve vedalaşma sahnesinde “Hadi tamam git, ağlayacağım şimdi.” paparasını yiyen bendim. Onun çağlayıp çağlayıp TUNA nehrine kavuşmasını neşeyle kutladık yoncamın diğer iki yaprağı Bahar ve Selin’le. Çok mutlu olsun Çiler ve Tuna diye diledik yürekten hep birlikte.

Ne diyorum biliyor musunuz, herkesin dostları olmalı hayatta. Heybesinde çocuklarına anlatacağı anılar saklı dostlukları... Sadece büyümekle kalmamalı birlikte büyütmeli çocukları...

2 Haziran 2011 Perşembe

Kalem mi!

En son kime kalem hediye ettiniz ya da kimden kalem hediye aldınız? Belki de hiç kalem hediye edip almadığınızı düşünüyorsunuz bu satırları okurken. Neden sevdiğimiz birine hediye seçerken “kalem” aklımıza gelmez? “Kalem hediye etmek”, “kitap hediye etmekten” daha önce mi bayatladı dersiniz.. Mesela falana hediye almak isteyen filan sorsa ne alsam, diye biz de kalem al, desek... Yanıt ne olur dersiniz : “Kalem miiii, ne yapacak ki kalemi?”
Doğru, ne yapacak ki kalemi... Ömründe mektup yazmamış kimseye, e günlük desen hiç tutmamış. Kapıya, aynaya sürpriz olsun diye iki çift güzel söz yazıp yapıştırmak sevdikleri için hiç adeti değil. Not tutmaz çok gerekirse de telefonun ajandasıyla halleder. Okumayla şöyle böyleyken arası, yazmayla yıllardır nanemolla.. adamın imzası bile mobil imza..
Oysa kalem karakterdir... Tutuşunuz, taşıma biçiminiz, çeşidi konusundaki seçiminiz... Peki, siz nasıl bir kalemsiniz?
Dolma kalem gibi klasik ve kaliteli bir duruşunuz mu var, tükenmez kalem gibi ortam adamı mısınız? Samimi misiniz kurşun kalem gibi ya da keçeli kalem gibi baskı karşısında dağıtanlardan mı?  Dolma kalem kadar klasik olmasam da tükenmez kalem gibi her ortama da uyum sağlayamam diyen bir pilot kalem misiniz? Yoksa, yoksa uçlu bir kurşun kalemimdir mi diyorsunuz ille de sıfır yedi uç isteyen, hem samimi hem seçici...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Merhaba!

k a l e m p e r e s t…
beğendiniz mi bilmem.. ben çok sevdim…
okuyucu olarak bir süredir haşır neşir olduğum blog aleminde benden de bir şeyler olsun istiyorum artık... iki sebepten; paylaşmak ve yazmak.. ikisini de çok severim hem ayrı ayrı hem bir arada…
hayat,  insan için anlamak ve anlatmak üzerine kurulu.. anlatmanın iki temel yolundan biri “yazmak”..
ben de hep yazdım.. sevdim yazdım, kızdım yazdım.. yazarak teşekkür ettim, isyan ettim, sitem ettim, itiraf ettim, veda ettim.. konuşmalardaki kurgular kırdı bazen o yüzden ben hep yazmayı tercih ettim…
yazarak sesimi duydum, yazarak sustum..

her şeyden yazmak istiyorum, her şeyden paylaşmak.. bir şiirden bir yemek tarifine atlamak, hayattan ayrıntılar yakalamak, deneyimlerimizden konuşmak, iyi olsun diye tartışmak, paylaşmak, aktarmak, duymak ve duyurmak istiyorum..
bunların hepsine kalemperestçe bakmak için kocaman bir M E R H A B A!