26 Şubat 2019 Salı

RüZGaR 9 Yaşında...




Oğul... arıların yaptığı beyaz renkli “ilk” bal...
“İlk” bütün acemilikleri taşımasına rağmen bir o kadar da eşsiz, tarifsiz bir güzellik...

Oğul... erkek evlat...
Duygusu içinde, derin olan... bakmakla değil görmekle anlaşılan... açmak için bazen kırk kilitten geçerken bazen bir dokunuşla saçılan...

Oğul... yaşlı kimselerin genç erkeklere söylediği bir seslenme sözü...
İşte bu gelenek... geçmiş ve gelecek...

Oğul üç anlam sözlükte, bin anlam yürekte...
Oğul... büyütüyorum derken büyümek; büyüyorum derken de küçülmek demek...

9 yıl önce bu sabah 9.27’de hayatımda ilk defa girdiğim soğuk bir ameliyathanede sevdiğimin elini sımsıkı tutarken doktorumuz "Rüzgar geldiii" dediğinde nefesimi tuttum, gözlerimi bin bir dilekle kapadım ve bir bebek sesiyle yeniden açtım... o gün ve dakikadan itibaren hiçbir şeyi eskisi gibi görmedim, duymadım... 
9 yıldır büyütüyorum derken büyüdüm, büyüdüm derken küçüldüm... 
9 yıldır her sabah bir öncekinden daha çok severek uyandım...


Benim gönül kovanım 9 yıl önce bu sabah 9.27’de ilk balını verdi... ağzımızın tadı o gün bugündür hiç değişmedi...
İşte bu yüzden bazen oğulbalım diye severim seni... 
Rüzgar’ım, hayat kokanım, ilk gözağrım...
9 yıl önce dünyaya bizi seçip gelerek önce babanı ve beni daha sonra bütün ailemizi mutluluğa boğdun... 
iyi ki iyi ki doğdun...

Seni senin deyiminle sayılar gibi sonsuza kadar çok seveceğiz...


14 Şubat 2019 Perşembe

Bana Aşk'ı Yaz Demeyin...



Bana aşkı yaz demeyin, yazamam ki... hangi kelimeleri, hangi sıraya soksam bulamam karşılığını... gün olur sonu gelmeyen uzuun bir cümle olur aşk, gün olur tek bir harf... biri ünlem koyar bu tanımın sonuna, bir başkası üç nokta... virgül ise yarım kalan aşkların hakkı...

bana aşkı çiz demeyin, çizemem ki... hangi renkleri, hangi tonlarda çizsem bulamam derinliğini... gün olur simsiyah derin bir kuyu olur aşk, gün olur ömür boyu gökyüzümüzde kalan bir gökkuşağı... biri en tükenmez kalemlerle kendinden emin tertemiz çizerken aşkı, bir başkası keçeli kalemi fazla bastırmaktan deler kağıdı... karakalem ise varlığı yokluğu belli olmayan hüzünlü aşkların hakkı...

bana aşkı çal demeyin, çalamam ki... hangi notaları sıralasam, hangi ezgiyi tuttursam bulamam aşkın şarkısını... gün olur mihrabımdır kaşlarının arasını söyler aşıklar, gün olur kum gibi ezip gitme diye haykırır... hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar ise erken biten aşkların hakkı...

Bana aşkı anlat demeyin, anlatamam ki... “bir kelime ve birincisi” diye başlasam olmaz, hiç “cepte” olmayan bir kelimedir aşk... elimi kalbime koysam anlatmak için ciğer eksik kalır, gözleri göstersem burnun direği sızlar... yutkunamayan boğazlar ise karşılıksız aşkların hakkı...

Bana aşkı göster demeyin, gösteremem ki...
Kimi babasının fotoğrafını koyar başköşesine ilk aşkım der, kimi her gün bir öncekinden daha çok severek uyandığım evlatlarımdır aşk diye tutturur... kiminin odası kireç tutmaz sarılıp yatmayınca kimi hiç bırakmamak üzere tuttuğu yar elini gösterir aşk diye... şiire aşık Nazım’ı göstersem sazına aşık Aşık Veysel’in hatırı kalır... işte mutluluğun resmini çizemedi ama renklere aşık Abidin Dino var desem, halkına aşık bir çift mavi göz görürüm aydınlık gökyüzünde... karanlık geceler ise celladına aşık olmuş milletlerin hakkı...

Yazamam, çizemem, çalamam, anlatamam, gösteremem ama yaşarım aşkı... çocukluk fotoğraflarımın hemen hepsinde babamın boynuna doladığım kollarımda yeşermiştir benim için aşk, yavrularımı öpüp sağlıkla yatırdığım her gecenin şükründe ruha varmıştır... gün doğmadan günaydınlaştığım okul duvarında bir suret edinmiştir de aşk, dost meclislerinde can bulmuştur...
Yenidoğan ağlamalarından, kelebek kanatlarından, dört yapraklı yoncalardan, turkuaz kıyılardan, kadeh tokuşturmalardan, dertli türkülerden, neşeli şarkılardan, ilk defa yürünen yollardan, kahkahalı sofralardan, anne kokusundan, kardeş omzundan geçer; yaşama sevgisine döner de aşk... başımı her an güvenle yasladığım yârin göğsünde sonsuz olur...